Bir bir çatlıyordu kılcal damarlar.
“mutluluktandır.” dedin.
Yeşil bir koku yayılıyordu havaya
biçilen otlardan.
Bilinmez bir yönden esiyordu meltem
bir düşten uyanmadan,
bana senden haber getirircesine.
Acemi gözlerle baktım eskimiş dünyaya:
sabahın ovada dağılan sisini gördüm,
sendin uzaklaşıp giden dağlardan dağlara.
*****
“Güzel ” anlamını yitirdi diyordu derviş
akşamın geceye dönüştüğü bu saatlerde.
Ey dünya, koca dünya, uçsuz bucaksız çöl,
oysa kendini alışmış sanırdın sen gülüne
dikenine…
Şimdi yürürken Karasu boyunca
daha Murat’ karışıp Fırat olmadan,
atının yedeğinde, aklında bilmediğin
uzaklar ve daha kavuşmadığın gece.
*********
Çıkar dağlara uzakları getirirdin bize kekiklerle
sabahları denizi sererdin önümüze olanca
maviliğiyle,
karşıda ıssız bir adanın çakıllı koyuna sığınan
korsanlar, geceleri lacivert sularda yansıyan
ateşler yakarlardı, sessizce beklerdik biz.
Kayaların ucunda yaşlı bir kadın, siyahlar içinde,
dip sulardaki yosunlara bakarak
bir zamanlar deniz kızlarından öğrendiği
şarkılar mırıldanırdı kendi kendine.
*******
Lambanın titreyen ışığında seyrederdim seni
kış için bana eldiven örerken,
Uyuya kalırdım elimde mavi kalem
boyarken harita defterimdeki denizleri.
Göller yeşil olmalı diye sayıklardım düşümde,
kamışlar sarı,
ve bembeyaz durgun suda yüzen nilüferler.
******
Bir şarkı söylerdim içimden
seven herkesin bildiği,
geleceklerin gelmediği
bir ağustos sonu.
Uzak bir yel değirmeninde
bizimle vedalaşırken yaz.
****
Bir zeytin ağacının gölgesinde,
Ağustosböceğinin sesinde,
nasıl canlanıyor şimdi
zamanın göz kırpan ışıltısında
o deniz feneri gülümseyişin.