Bir kıvılcım çiçeklenir dilimde;
Beni söylerim…
Gözyaşlarım iki belik sırma saçtır elimde;
Islak, duru, simsiyah…
Bin geceden süzülür de bir sabah;
Ben beni söylerken seni söylerim…
Eyvah! ..
Çamlar devrildikçe Çamlıbel’imde,
Bin mızrap kırılır gönül telimde;
Aşkın canevinde teni söylerim…
Nârâlarım vardı çığlar gibi,
Sevdalarım vardı tığlar gibi,
Türkülerim vardı tuğlar gibi;
O eski türküleri yeni söylerim…
* * *
Hani atlarım vardı;
Yelesinde günaydınlar taranan…
Üzengileri yiğit mahmuzuna adanmış,
Dizginleri dipsiz kader elinde…
Bir Tekbîr duymayalardı bir kez,
Türkü olurlardı Mohaç Ovası’nda,
Otlukbeli’nde! ..
O atlar ki ceylan bakışlıydı,
Heybeleri umut rengi sevdâ nakışlıydı,
Bir özge haclegâhtı terkileri…
Bir ah duymayalardı süvarilerinden,
Alevlenirdi yelelerinde yalım-yalım
Unutulmuş umutsuzluk türküleri…
Hani atlarım vardı;
Nallarında toprağın boz gülüşü…
O atlar ki güneşin örsünde nal döverlerdi,
Gemlerinde en zağlı güçlüğü geverlerdi…
Kartal kanatlı, arslan pençeli,
Kaytan bıyıklı yiğitler yeşerirdi eğerlerinde.
O yiğitler ki sağrılarda ölümü döverlerdi,
O yiğitler ki sevince ölümüne severlerdi! ..
O yiğitler ki baharı kapmak için kıştan;
Kaç alevden nefesi geçirirlerdi kamıştan…
Sonra döner, sonra döner, sonra dönerlerdi;
Dönen dünyayı durduran işte o erlerdi! ..
Hani atlarım vardı;
Mesafeleri süzerek su gibi içerlerdi…
Yürek vuruşunca nal sesleriyle,
Tesbih gibi çekerlerdi damarını yolların;
Dağları ikiye biçerlerdi.
Her akşam belâ gibi uçtukları uçurumdan,
Her seher duâ gibi geçerlerdi…
Hani atlarım vardı;
Yedi renge donanırdı donları.
Yedi iklimde nalları
Yedi kat kös vururdu…
Cümle cihan tanırdı onları,
Onlar uçtukça dörtnala ufuktan ufka
Yüreği yufka zaman dururdu…
Hani atlarım vardı;
Doruydular…
Korkusuydular karanlığı tarayanların,
Çağları tutuşturan ateşin koruydular! ..
Dillere düğüm atardı şahlanışları,
Cevabı olmayan soruydular…
Şafakların en pembesi yıkanırdı
Göleğinde bulutsuz gözlerinin.
Sarı sıcağıydılar vuslat ikindisinin,
Hasret akşamlarının moruydular…
Hani atlarım vardı;
Al’dılar…
Gemiler tırmanırken dağlara,
Gemi azıya aldılar;
Dağ dalgalı denizlere daldılar…
Vurulunca düşmezlerdi toprağa,
O atlar ki Mevlâ’ya kanatlanan şükürdüler.
O atlar ki köpük-köpük, kan-kan
Karanlığı çiğneyip tükürdüler! ..
O atlar ki zaman denen ummana daldılar;
Son seferden dönmeyip,
Orda kaldılar…
Hani atlarım vardı;
Kır’dılar…
Küfrün kale kapısını
Çifteyle kırdılar.
Çifte düğün kurulan harman yerinde köylerin,
Çağladılar deliçaylar gibi yele-yele…
Döşlerinde cirit diye, ok diye
Öfkeyi kırdılar.
Bizden özge bizlere dost yok diye,
Tetikte durdular.
Belâ savuşturdular, hasret kavuşturdular…
Mekânın küflü kınından zamanı sıyırdılar,
Yiğidi yavukludan, anadan ayırdılar…
Hani atlarım vardı;
Onlar nice attılar? ..
Bir kişnediler ki, kırıldı yedi denizin kilitleri.
Yedi iklim taranırken yelelerinde;
Kor dudaklı vâdilerin ağzını kapattılar…
Onlar ki nazlıydılar seher yelince,
Günü gelince
Kasırgalar gibi estiler, savurdular…
Dağları ova ettiler,
Güneşi eritip günde,
Çölleri tava ettiler,
Kumları kavurdular…
Bulut-bulut yaylalara ağdılar,
Çatlak bağrına toprağın
Yağmurları sağdılar…
O atlar ki, kanlarını er kanına kattılar,
O atlar ki, mahmuzların sevdâsını tattılar…
Pul-pul olup dökülürken küfrün sahte cevheri,
Balıklar o atlara pullarını sundular;
Gözlerinin göleğinde yundular…
O atlar ki, dizginleri dişleyip,
Gecenin görkemine ay gibi soyundular.
O atlar ki, aşkıydılar nefissiz meleklerin;
Perilerin oynadığı bir özge oyundular…
Hani atlarım vardı;
Gönlüme kanattılar…
Toprağımın mührüydü nalları,
Türkü taşırlardı terkilerinde,
Terleri sevdâlar gibi kokardı,
Yıldızlar öperdi nal izlerini…
Gözleri güneşe çakmak çakardı,
Davul vurulunca harman yerinde;
Kişnerlerdi kök çınarlar adına,
Göklere çizilen dal izlerini! ..
O atlar ki kabuk söküp bağrımdan,
Ruhumu sevdâ ile sabaha kanattılar…
O atlar ki;
Dönülmez inattılar,
Erilmez murattılar…
Hani atlarım vardı,
Sakarya’ydılar, Fırat’tılar…
Erkişi tutabilirdi dizginlerinden,
Geçebilemezdi gölgesinden her kişi;
Onlar ki Sırat’tılar! ..
Yiğit uçururlardı zaferlere,
O yiğitler ki;
Âb-ı hayat içmişlerdi ölümün bakır tasından.
Tutup en “Şehr-i azîm”in kadife yakasından;
“Allah” diye gürlediler! ..
Merhamet mendiliyle silip küfrün kirini;
Gönül semâlarının Tekbîr’ini
Zamanın göğsüne mühürlediler…
O yiğitler ki yaşayıp bir anda bir asrı;
Mekânı bitirdiler,
Zamanı âhirlediler…
Hani atlarım vardı;
Ölümsüz hayattılar…
Kalmasın diye yâd elde şehit süvârileri;
Kaç katedral kulesinin boynunu uçurdular…
Kaç çağ mili mesafeyi zamana içirdiler,
Kor yürek haddesinde eriterek ölümü,
Kaç kızıl okun deldiği
Karanlıktan geçirdiler…
O atlar ki ışısın diye gözü göklerin;
Çıkarıp gözlerini karanlığa attılar…
Nal seslerine boyayıp çan seslerini,
Çeliğe üflediler alev nefeslerini;
Polatı erittiler, mermeri kanattılar! ..
Hani atlarım vardı;
Tuna’ydılar, Şat’tılar…
Batmayan güneştiler cihan ufuklarında.
Tan renginde doğmuşlardı,
Kan renginde battılar…
Zaman gümüş savatlı kolandı bellerinde,
Geceye düğüm atıp günleri uzattılar.
Kalsın diye nalların yarına dünden izi,
Yediler yedi iklim, içtiler gün denizi…
O atlar ki…
Son pazarda o atları iki pula sattılar! ..
Hani atlarım vardı;
Balaban bakışlı arslan yeleli,
Sustu kişnemeleri son seferden geleli…
Hani atlarım vardı;
Yelesine başımı gömüp de uyuduğum.
Hani atlarım vardı;
Kokusunu içtiğim,
Gözlerinde gönlümün hasretini yuduğum…
Yapışmış yakama yedi belâ,
Yedi iklim, yedi deniz…
Ey yediveren güllerim;
Atlarım nerdesiniz? ..
Ben nice aşarım şu dağları?
Bu canavar ağızlı vâdiden nice atlarım?
Unuttum anılmaya anılmaya adımı,
Neydi çoktan unuttum
Varoluşumdaki sır? ..
Kaç asır uzaktan geliyorum, kaç asır? ..
Siz gidin, beklemeyin beni.
Ben bu dibi görünmeyen susuz ırmaktan geçemem…
Dilimi dağladılar,
Vururken ağladılar,
Koparıp gönlümün sırma telini;
Beni bana bağladılar…
Bizdik, ben olup bittim.
Son oku sahraya saldım;
Sadağımda çıyan, akrep, engerek,..
Kılıcım eridi kında, yayım yok.
Bir çatal çomaktır çolak elimde tuttuğum,
Yiğitlik neme gerek?
Siz gidin, bırakın beni burada;
Özümü heybesinde unuttuğum
Dorutay’ım yok! ..