İlk geldiğim gün on yedi yaşımda İngiltere’ye
Victoria metrosundan çıktığımda günışığına,
Batılı bir seyyahın onaltıncı yüzyılda
ününü duyduğu İstanbul’u ilk görmesi gibi
görsel ve hissi bir karmaşanın ortasında
bulduğumu anımsar gibiyim kendimi.
Ne cesareti vardı bende o seyyahın oysa
(uçağa atlayıp dönmek istemiştim o anda) ,
ne de ne denli küçük, ne denli bir örnek
olduğunu biliyordum henüz dünyanın
(o gün şaştıklarını ilgimi bile çekmiyor artık) .
Bakakalmıştım bir süre öylece insanlara.
Bir de çıkışım var ertesi sabah yurttan sokağa:
ne dil yabancıydı bana, ne kıyafetler,
ne de kentin ortasında kıvrılıp giden o nehir.
Ama ben yabancıydım hepsine, ben, Roni,
tek bir bilen yoktu bunca insan arasında beni.
Bilen yoktu doğduğum evi, gittiğim mektebi.
Yalnızlık bilmemesidir Attila İlhan’ı kimsenin.
“Köprünün Ortaköy ayağı bitmek üzere galiba”
diyememektir yalnızlık kimseye içkiliyken.
Mektup beklemeyi çok çabuk öğrendiğimi,
aşık olmaktan kaçındığımı çok uzun zaman,
olunca hep hata payı bıraktığımı unutamam.
Bir keresinde bir bardak dolusu viskinin
oturup yanına, içindeki iki parça buzun
eridiğini seyrettiğim aklımdadır, sıkılmadan.
Buzların erimesi gözle görülür bir süreçmiş,
bilmezdim, direnir gibidirler önce bir süre,
hızlanır sonra yenilgileri, teslim olurlar adeta.
Kaç kez ramak kaldı acaba havlu atmama?
Bir bir benden uzak öldükçe sevdiklerim
neler anlattığımı ben bilirim odamın duvarlarına.
Derken anlaşılan hep bunlara alışmış olmalıyım da,
Alışamadıklarımı bir yerine atmışım ki beynimin,
Beni rahatsız ettiklerinin farkında bile değilim hala.
(…..)
Zamanla her şey kolaylaştı kuşkusuz ama,
bilmem ki, ne pahasına? Merak ederim bazen.
Kaybettiklerim çok mu kazandıklarımdan acaba?
Şimdilerde artık ne heyecanlandırabilir beni?
Dayanamayacağım bir özlem var mı örneğin?
Hiç yaşamamış olduğum korku kaldı mı?
Neler vermezdim, tanrım, şimdi
bir kez olsun yeniden yaşamak için
heyecanlı bir maceraya atılır gibi
Victoria metrosundan ilk çıktığım o anı!