olanca sesindeki gürlük
yankılanır kara dağlarda
eskiten ne var orada gökyüzünü
gövdemden gövdene dağılırken kimya
senin melez düşlerine karışır
ben yaprak silkelerken avluda
güneş, ah kara güneş duvarları dolanır
suyun taştaki nakış izini
rüzgârın sürüklediği gövdeni
hırsından sütleri akan gövdeni
rüzgâr bağışlıyor boşluğa o dem
ikimiz de yuvarlanıyoruz nasıl olsa
ağzımız gözlerimiz azar azar eskiyor
ormanın ağzı, ağaçların ışıkları
ve yuvarlandığımız boşluk
eskiyor taşı yontan rüzgâr gibi
suyun bilgisi beni alıkoyuyor
kuyunun başında
geçiyorsun kalbini yakarak yanımdan
gövden titriyor, kim bilir yaralısın
ırmak boyu kuşlardan
gün gölgelenmiş alnını yaratıyor
alnındaki hayal meyal görüntüleri
ağacın yaprakları arasından geçen
olanca ışığıyla
açılıp saçılıyor güneşin aynası
iri yapraklarda ve omuzlarında
görüntüsü ışıktan bir çağlayan
ırmağın ötesinde onca
güneş ışığıyla yıkıyor utancını
ağır dakikaların son anında
gövdenin telkârı kıvrımlarına
su ve taş gölgeliri düşüyor
kırık testilere dolan
gün uzuyor portakal renginde
çiçek köpükleri, erinç ve zekâ
kışkırtıyor yeniden soyunuk kasırgaları
gövdenin beyazlığında
onca ırmağın uzağında
kasımpatıların ve gelinciklerin ısrarıyla
bir kere daha nergisler gözlerinde
gün zarif boynunda
ağaçların gölgeleri suda
geçiyorsun akşamın kapısından
karanfilin moru nazlı nazlı akarken
düğümlenmiş haz nesnelerine
suyun ve taşın söylentileri
rüzgârın fısıltıları
ve her çınıltı seni konuşuyor
her suskunluk anında
sonsuzluk maşrapasına dolan güzelliğini
akşamın ardından kuşlar
ve bir araba geçiyor gürültüyle
ışıkları yanıyor bir bir evlerin
biçimleri renkleri değişiyor
olanca müziğiyle gece böceklerinin
geçiyorsun karanlığı ışık demetiyle
gövdenin yasemini doğrulmuş yeniden
uçuruma çağırıyor yeniden
uçuruma çağırıyor sarmaşığı