en eski kelimeleriyle yağıyor çocuk seslerinden bu yağmur
unutulmuş sözlerin üstünde çıkacak yangını bekliyoruz
köyler var kulakları paslı çoğul cümleler kurarken cesur
gök var onu bir türlü anlatamıyor olmaktan bütün yorgunluğumuz
seni seviyor oluşumu kutluyorum kendimle
dünya bir şamdansa güneşe
atlılar ölüp gitmişse
kendi omzunu benim omzumdan tanıyorsan eğer
hatırlamak pişmanlığı peşinen kabullenmek demektir
yola çıkmak erkekliği bir kenara bırakıp
göz yaşını namluya sürebilmektir
şehre saçlarından yapılmış bir rüzgar çıkıyor
garson adisyon açıyor sana bakar bakmaz masama
ve gözlerini ödeyecek kadar yaram çıkmıyor
tuz işine giren bir tabibe sürüyorlar kalbimi
öpsem iz bırakmak suç
sevişmek zatî surette yasak
elini tutsam
tabip bir kamyon tuzu üzerime boşaltacak
dünya biz için dönmüyorsa dursun
kalsın yaşamak
biri şu gazete kağıtlarından bize sofralar kursun
ölüme ramak…
yalan değil kalbim fena çarpıyor sana
şarabı açıyorum rakı dökülüyor zemzem sehpasına
birden haramcılar üşüşüyor helallerime
helalciler saldırıyor haramlarıma
beni zorla cennete kapatacaklar gibi cehennemlik bir ahval!
sanki yakub’un yusuf olmayan bir oğlu gibiyim
oysa hem ittim hem itildim kuyuya
her ihtimal dönüştüm babamı kör bırakan bir evlada
ama ne kadar yusuf’sam gömleğim de o kadar yusuf’tu
seni hiç görmeden bir karanlığa doğru alışarak sevdim
herkesin kalbinde kuruyan bir kuyudan çıkınca seni bildim
ismin belirdi diğer isimlerin yanı sıra
artık bu pişirilmiş çamurun içini ele veriyor gözlerin
baktıkça nefes alıyorum ormanların cennetinden
kokladıkça görüyorum gözeneklenen yolları
duydukça dokunur gibi oluyor sesin kulaklarıma
gayrı tadarsam yanarım
dokunursam
ölü sayarım kendimi bu diyarlarda