Bu sene yaz gelmek bilmedi. Uzun bir bahar yaşadığımızı da söyleyemeyiz. Mevsimlerin arasında, iki arada bir derede kaldık. Yaza duyulan özlemi, bu sene daha fazla duyumsadım. Çocukluğumu ve ilk gençliğimi Van’da geçiren biri olarak, yoğun kış şartlarının bile yazı bu kadar söylettiğini hatırlamıyorum. Bütün mevsimlerin birbirlerine üstünlük kurdukları taraflar vardır. Benim muhayyilemde yaz, hiçbir tarafıyla diğer mevsimlere üstünlük kuramazdı. Ta ki, Ramazan yaz aylarına denk gelmeye başlayana kadar…
Güzü ve geceyi çok severim. Güz oldu mu hep güz, gece oldu mu hep gece kalsın isterim. Yaz mevsiminin bendeki karşılığı, güze bir adım daha yaklaşıyor olmaktır. Zaten soğuğu da, sıcaktan daha çok severim. Sıcak mayıştırır, uyuşturur, asabileştirir. Hani neredeyse bir çaresi de yoktur sıcağın. Klima deseniz, hak getire! Lise yıllarını İzmir’de geçiren biri olarak sıcağın tadını da iyi bilirim. Allah’ın bizi ne için ateşle uyardığına da, bu sayede irkilirim!
Soğuk ise diri tutar, uyanık tutar, zinde kılar insanı. Asabileştirmez, aksi gibi sakinleştirir de. Ayırmaz, dayanıştırır soğuk. Isınmak için insanların birbirlerine sarılması, bu açıdan pek manidardır. Milyonlarca insan, evsiz ve yoksul bir biçimde geçirmese soğuğu, tıpkı güz ve gece gibi soğukta da diretirdim. Ama gönlüm el vermiyor, onlar için bir an evvel bahar gelsin istiyorum. Zehir gibi bir soğuk vardığında haneme, “Allah’ım sen bu soğukta dışarıda kalanlara yardım et! ” diye anamdan kalma bir duam bile var.
Güz, ölümü çağrıştırır bana. Yazın o alabildiğine canlılığı bağıran parlak renkleri, güz geldi mi pastele bürünür birden. Yeşiller; soluk sarıya, kahverengiye, turuncuya, soluk kızıla döner. İşte her şeyin faniliği gün gibi ortadadır. Turgut Uyar’ın da dediği gibi; “her şey akıp gider, bir katı hüzün kalır / her zaman geceleyin kalır o, bazen gündüzün kalır”. Artık memleketim olan İstanbul’a da, güzü yakıştırırım en çok. Bu arada ben, kapalı havaları açık havalardan daha çok severim. Çünkü öyle rahat ederim.
İlkbahar, yeniden dirilmenin adıdır. Eriyen karlar, çavlan nehirlere dönüşür. Kuruyan dallar, çiçeklenmeye başlar. Bilirim ki, birçoğunuz en çok ilkbaharı sever. Ama ben, ilkbaharı dünyamıza hiç benzetmem! İlkbahar, sanki öbür tarafın müjdecisidir. Kendini gösteren ve yine hiç kimseye vermeyen kendini… İlk güzel anıların, sürgüne yollanmadan evvelki fotoğrafı gibidir. Doğup da ayrıldığımız, ölüp de kavuşacağımız bir güzellik gibi işte! Bize, burada ait değil…
Niye yazdım bunları, inanın ben de bilmiyorum. Yaz geldi artık. Hani insan çalışır da, teri göğsünde bir çiçek gibi taşır ya… Çalışmayan insanın oturduğu yerden, sıcakla terlemesi; bana bir çiçeğin bizi göğsünde taşıması kadar ağır ve bir o kadar kahramanca gelir. Çünkü yaz, sabrı zorlayandır. İnsan, oturduğu yerden de sabır gösterir. Hatta sabrı taşımak, en çok hiçbir şey yapmıyorken zordur bana kalırsa.
Yaz ile ilgili o en büyük istifadeye gelelim o zaman. Madem Ramazan da gelmiş, Ağustos’a kurulmuş. Tutacağımız oruçları, Kerbela’yı düşünerek de tutalım. O çölün sıcağında susuz kalan İmam Hüseyin’in aşkına da tutalım. Biz sıcaktan/soğuktan şikâyet ededuralım, Huseyn’in canını vereceğini bile bile o çöle nasıl indiğini, ben’inden nasıl geçtiğini düşünerek de tutalım. Tutalım da yaz, anlamını çağırsın bizlere! Ben de niye yazdım bunları diye merak ediyordum. Bakın işte, efendimize kuruldu mu yine bir vesile!
Dünyaya Yeni Söz Gazetesi, 14.07.2011