bilmem nasıl geçti elime
çocukluğumun anı defteri
uzun kumral bir saç teli
uzanıp eski yıllardan
merhaba deyiverdi
sanki buldum yeniden o günleri
beyaz yakamı, kardeşlerimi
omuzlarından çağlayan gibi inen
gür ve kumral saçlarıyla
yirmi sekizinde annemi
ne güzeldi ve ben onu nasıl gizli severdim
çalmak mıydı onu biraz kardeşlerimden
akşam üstleri uzatıp başını pencereden
adımı seslendiğinde yanıt vermeyişim
ve unuttuğunda söylemeyi
ellerimi yıkamadan oturuşum sofraya
nedensiz hırçınlığım
ağlamalarım sonra kimseye göstermeden
ah o benim Bandırma’lı çocukluğum
hiç anlamadan geçiveren yıllar
arada bir değişen ve hep birbirine benzeyen
o hiç suyu akmayan basık tavanlı
kira evlerinin gecelerinde
kısıp usulca gaz lambasını
uzun yol şoförü babamı beklerdi
bitmeyen bir yokuşu tırmanan yorgun
ve ağır tekerlekleri gibi kocaman bir kamyonun
bezgin miydi yüreği bekleyişlerden
o uzun gecelerin karanlığında
neler duyardı o yaban kasabanın
iplik iplik ördüğü yalnızlığında
ve neleri paylaşırdı babamla
geleneklerden
ve bizden başka
ne çok çiçek olurdu saksılarda
anlatırdı bazen köyünün uçsuz kırlarını
kırlangıçlarını, dere boyunu
ikinci savaş yıllarının
bıçak gibi kesiverdiği çocukluğunu
ama anlatmadı hâlâ
nasıl verdi toprağa
yiğit bir oğulu
hiç kendisinin olmadı hayatı
ve hiç yakınmadı yazgısından
asla bir şey istemedi kendisi için
kocasından ve tanrısından
şimdi ne kadar uzak kumrallığı
bilmiyorum saçları mı daha ak
yazgısıymış gibi taşıdığı yazması mı
o gülen gözlü çağlayan saçlı kadın
çıkıp gelse ötesinden yılların
suları dört yana saçılmış bir sebil gibi kırgın
ve çökmüş bu kadını
acaba tanır mı?