Dişi ağrıyor gibi bir eli yüzünde, başını sağa sola sallaya sallaya içeri girdi. Bir yandan elini yanağına vuruyor, bir yandan da:
– Tuh rezil olduk, rezil olduk… deyip duruyordu.
Oysa çok kibar bir adamdır. Kapıdan girer girmez, daha selam bile vermeden “Tuh, rezil olduk…” diye dövünmesine pek şaştım.
— Hoş geldiniz, dedim, buyrun… Oturun rica ederim…
— Rezil olduk, rezil…
— Nasılsınız?
— Daha nasıl olalım: nasıl olacağımız kaldı mı, rezil olduk işte… Tuuu?
Başına bir felaket geldi sandım, belki de ailesinden yana bir felaket.
— Yerin dibine geçtik. İki paralık, iki paralık olduk.
— Neden, ne oldu da?
— Daha ne olsun, bir kart uyuz eşeği adama iki bin beş yüz liraya sattılar.
Biraz geri çekilip dikkatle yüzüne baktım: Yoksa çıldırmış mıydı? Korktuğumu saklayacak değilim. Karımı çağırmaya bahane olsun diye.
— Bir kahve içer misiniz? dedim.
— Bırak şimdi kahveyi, dedi, rezil olduk… Bir nalsız kart eşek iki bin beş yüz lira eder mi’?
— Hiç eşek alıp satmadığımdan bilemeyeceğim…
— Canım, ben de eşek cambazı değilim ama bir eşeğin iki bin beş yüz lira etmeyeceğini bilirim…
— Sinirleriniz mi bozuk sizin?
— Bozuk ya… Benim sinirim bozulmasın da kimin bozulsun? Siz hiç iki bin beş yüz lira eden eşek gördünüz mü?
— Aşağı yukarı yirmi yıldan çok oldu, hiç eşek görmedim…
— Ben size bir eşeğin iki bin beş yüz lira edip etmeyeceğini soruyorum.
— Ne diyeyim bilmem ki… Marifetli bir eşekse belki o kadar eder…
— Ne marifeti canım efendim. eşek bu.. Nutuk atacak değil ya… Basbayağı eşek işte… Üstelik, hem uyuz, hem de kart… Adama iki bin beş yüz liraya sattılar. En kötüsü de ne biliyor musunuz, bu satışa ben alet oldum.
— Yaaaa… Nasıl oldu bu iş?
— Ben de onu anlatmaya geldim… İstanbul Üniversitesi’nden, Amerika’nın davetlisi olarak karımla gitmiştik ya… Biliyorsunuz. Amerika’da bir yıl kalmıştık.
— Biliyorum.
— Amerika’da bir profesörle tanıştım. dost olduk… Bana çok yardım etti. Çok iyiliği oldu. Türkiye’ye dönünce de mektuplaş maya devam ettik… Türk dostu, Türkleri çok seven bir adam… Bir mektubunda bir arkadaşının Türkiye’ye geleceğini, bu arkadaşının antika halı uzmanı olduğunu, halı üzerine hazırlayacağı bir kitap için Türkiye’de inceleme ve araştırmalarda bulunacağını yazdı ve bu mektubunda bu arkadaşına yardım edip edemeyeceğimi sanıyordu.
Ben de halı uzmanı olan arkadaşı, üniversitenin tatil olduğu aylarda Türkiye’ye gelirse, kendisine memnunlukla elimden gelen yardımı yapacağımı cevabımda bildirdim. Halı uzmanı da önce Hindistan’a, İran’a gidip oralarda inceleme ve araştırmalar yaptıktan sonra Türkiye’ye geleceği için, zaman bana da uygun düşüyordu.
Halı uzmanı temmuz ayında geldi. Amerikalı profesör arkadaşımdan, benim adresimi, telefon numaramı almış gelirken. Kaldığı otelden bir gün bana telefon etti. Ben de kalkıp otele gittim. Cin gibi bir adam. Alman asıllı bir Amerikalı. Galiba Yahudilik de var, belki Alman Yahudici de sonradan Amerikalı olmuş. Daha önce dolaştığı yerlerden dört büyük bavul dolusu halı, kilim, heybe getirmiş. Bavullarını açıp antikalarını gösterdi. Bunlar çok eski hali, kilim, heybe parçalarıydı… Topladığı parçalardan çok memnun görünüyordu. Bunların, değeri ölçülemeyecek bir hazine olduğunu söylüyordu. Hele, ancak üç karış eninde, beş on karış boyunda bir eski halı parçası vardı, bunun en azından otuz bin dolar değeri olduğunu söylüyordu. Ama o bunu, bir İranlı köylüden bir dolara satın aldığını övünerek anlatıyordu. Üstelik İranlı yoksul köylü, bir dolar karşılığı olan dinarlarını eline alınca şaşırmış da sevincinden dualar etmiş.
O eski hali parçasının neden bu kadar çok para ettiğini sordum. “Çünkü” dedi. “bu halinin her santimetrekaresinden binlerce ilmik var. Bu bir şaheserdir.” Adeta şehvetli bir istekle durmadan halı üstüne bilgi veriyordu. Şimdiye kadar en çok santimetrekaresinde yüz ilmik olan bir tek hali varmış yeryüzünde. o da bilmem hangi müzedeymiş, bir duvar halısıymış. Bir keçe gösterdi. “Bunu elli sente aldım” dedi, keyfimden kurnaz kurnaz gülüyordu. “Bu keçe de en az beş bin dolar eder” dedi.
“Nasıl bu kadar ucuza alabiliyorsunuz bu kıymetli eşyaları? ” dedim. “Kırk yıldır bu işle uğraşıyorum” dedi, “bizim de kendimize göre usûllerimiz vardır.” Sonra öyle usuller anlattı ki, şaşkınlıktan ağzım açık kaldı. Halı albümüyle, halı üstüne üç kitap yayınlamış. Dünyadaki en zengin birkaç halı koleksiyonundan birine de o sahipmiş.
Anadolu gezisine çıktık. İl il, ilçe ilçe dolaşıyorduk. Camilerdeki kendince değerli bulduğu halıların renkli fotoğraflarını çekiyor, durmadan notlar alıyordu. Birkaç kişiden eski heybeler, halılar, keçeler, kilimler de satın aldı. Söylediğine göre burada aldıkları. Hindistan’da, Afganistan’da. Çin Türkmenistan’ında, İran’da aldıklarının yanında hiç kalırmış. “Çok değerli Türk halıları da vardır ama hiç rastlamıyoruz” dedi.
Arkeolojik kazılar yapılan bir bölgeye geldik. Bir Amerikan, bir de Alman arkeoloji heyeti. Beş on kilometre arayla kamp kurmuşlar, kazı yapıyorlar. Yerin altını üstüne getirmişler. Dağları tepeleri hallaç pamuğu gibi atmışlar. Tepeler unufak olmuş, toprak tiftiği atılmış.
Kazı yapılan yer, aşağı yukarı bir kasaba genişliğinde. Birçok çadırlar kurulmuş. Buralarda, İsa’dan önce onuncu yüzyıldan günümüze kadar birkaç uygarlık, toprağın altında üst üsteymiş. Yerin altından bir değil, birkaç şehir çıkarmışlar, saraylar, mezarlar filan…
Çok ilginç bir ver olduğu için, tarihe ve arkeolojiye meraklı turist arabaları buralarda cirit atıyor. Her iki üç kilometrede bir, beş on turiste rastlanıyor. Kazı yapılan yerlerin dolaylarındaki köylüler de buraya dolmuşlar, yeraltından bulup çıkardıktan tarihi, arkeolojik çanak çömlek parçalarını turistlere satıyorlar. Turistler bunları kapışıyor. Köylü çocuklar bile yol boylarına dizilmişler, turistlere yeraltından çıkardıkları halkaları, yazılı taşları, kırık vazo parçalarını satıyorlar. Küçük
……….
……….