akşamüstü oturmuşum bahçede,
ceviz ağacının altında.
şakirtleri göndermişim;
testiyi bir dikişte yarılamışım;
sonra almışım udumu kucağıma…
parmaklarım gezinirken tellerinde, çalgının,
bekliyorum zekânın, sezginin, bilginin,
akşamları evlerine dağılan yapı ustaları gibi,
hesabı, hendeseyi bırakıp, birer birer seslere,
nağmelere geri dönmelerini.
bekliyorum, gelsinler de döksünler içlerini;
söylesinler, bugün de, dünkü gibi,
hayyamın elinden avucundan,
tüylerinin, kemiklerinin ucundan
süzülüp aktı, süzülüp aktı da zaman,
avunsun diye ona,
bu bir testi şaraptan,
bu karnı oda doymayan udtan
ve hüzün üstüne hüzünden, ah üstüne ahtan
başka ne kıydı, ne bıraktı?
ah, bu rüya gibi vadi, bu bahçe, bu havuz!
bu ezgi kulakta, bu şarap damakta,
toy düğün gecesinden kalan!
bu tan yeri cömertliğinde körpe sine,
bu alev gibi yakan dudaklar,
ah, bu tatlı baş dönmesi!
avuçlarımın arasında tuttuğum bu biçimli baş,
bu benzersiz güzel gözler,
bu güzel, bu derin, bu zeki…
bunların hepsi, ey Kader, gel gör ki, bunların hepsi,
kıyılarımızı döven bu dağ gibi varlık dalgaları,
bir damla ölümün yanında ne ki?
anlımıza vurduğun o kuzgunî tuğra yanında,
gözümüze sokmak için değilse onu,
bu çarşaf çarşaf beyazın hükmü ne, Nakkaş?
kopan telden çıkan o bed tınlamanın,
o tek vuruşluk hoyrat lahnin yanında
bunca neşidenin hükmü ne, Çengî?
o bir yudumcuk zehir zıkkım hamrın yanında
halis üzüm şurubuyla dolu bu kesme cam sürahinin,
koca kâinatın hükmü ne, Meyhaneci?
sorası tutuyor işte, aptal mı aptal aklın!
o sorunca da, kafası karışıyor böyle, keyfi kaçıyor,
ödlek mi ödlek nefsin, bedbin mi bedbin
yüreğin!