‘Hepimiz Hrant’ız’
Sevgili eşine yazdığı o, yürekleri dağlayan mektubuyla bu şiire esin veren Rakel Dink Hanımefendi’ye…
seni tanımıyordum, Hrant,
yeterince tanımıyordum, evet,fakat gördükten sonra o gün
küskün bir çocuk gibi orada, kaldırımda,
yüzükoyun uzanmış, öyle büyük, destansı,
öylesine tıpatıp kendine, özgürlüğe,
hak edilmiş onura benzeyen bir erinçle
uyurkenki resmini,
hani, yalnız kendine değil, hayır,
ölecekse, ölümü, iyi, güzel ve doğru
şeyler uğruna olsun isteyecek herkese,
her ölümlüye benzeyen güzellikte…
ve kuşkusuz, en çok da, mahallenin
zorbalarıyla baş edemediği için
hırsından gizli gizli ağlayan,
kendi yüreğini kemiren,
gün günden budandığını, yontulduğunu
ve lokma lokma yutulduğunu hisseden
mahallenin sessiz yetimlerine
güç veren dirilikte
uyurkenki resmini
gördükten sonra o gün,
artık diyorum ki, kendime:
vursalardı beni de, Hrant gibi,ben şahsen, zaptiyenin
örtbas muşambasıyla değil, hayır,
Agos gazetesiyle
örtsünler isterdim cesedimi;
Agos gazetesiyle örtsünler, ne fark eder,
yalnızca, senin gibi, perçemim, potinlerim,
bir de -biraz iş çıksın diye
yoksul şairciklere, çömez muhabirlere-
benim de potinlerimdeki
iki romanesk delik
görünecek biçimde…
ki, böylece, resmin geri kalan kısmını
güvercinler doldursun!
senin o, İsa Peygamber’inkini andıran
yakışıklı alnını
kanatıncaya kadar duvara vura vura
sonunda kalbimizde açmayı başardığınÜ
mucizevi gedikten
gökyüzüne saçılan güvercinler…
hani şu, sen susunca, senin şu koskocaman,
Tann’nın eliyle okşanmışçasına sıcak
olduğu anlaşılan yüreğinin sesini,
‘sessizliğin sesi’ni, sonsuzluğun sesini
açıkça işitilir kılan,
daha gür, daha beyaz,
daha cesur kanat vuruşlarıyla
gökleri çatırdatan
‘tedirgin güvercinler’…
seni tanımıyordum,
fazlaca tanımıyordum, fakat
vursalardı beni de, Hrant Dink, senin gibi,
her şeyi göze alıp, cenaze namazımı
Tanrı’nın ‘Meryem Ana’ evinde
o evin avlusunda
kılsınlar isterdim, ‘bizimkiler’!
kılsınlar, ne fark eder?
kılsınlar ki, böylece, Tanrı’yı bir mülk gibi
çitlerle çevirmeye kalkışan ferisiler
bütün mülklerin, mabetlerin
O’na ait olduğunu bilsinler!
seni tanımıyordum evet, tanımıyordum, fakat
seni, öyle haksız, öyle mızıkçılıkla
oyundan çıkarılmış bir çocuk
gibi gördükten sonra, dostum,
büyük kalkış gününde
aynı oyuna çağınlan iki kafadar gibi
kalkıp da koşabilmek için
sana komşu mezardan,
belki daha cesur, daha kanatlı şeyler,
delice mizansenler hayal etmeli
ve diyebilmeliyim ki,
vursalardı beni de, senin gibi, Hrant Dink,
bu yaşlı şakağımdan,
benim de, o güvey uykusunun tadından,
o gençlik, güzellik uykusunun tadından
adını, kimliğini unutan cesedimi
bir ‘karambol’ eseri
Balıklı Mezarlığı’na defnetsinler isterdim;
üstümü de, meselâ, lavtacı Nazaret’in,
Hamparsum’un, Nikolaki Ağa’nın
iyi cins bir vatan toprağı gibi demli
ve bir rast semai gibi ağır, kederli
‘Ermeni’ toprağıyla örtsünler!
evet, evet örtsünler, ne fark eder?
örtsünler ki, böylece, efeliğin şanını,
kanın ve kanla karılmış gücün
verdiği sarhoşluğu burada
kurtlara, çakallara, şahinlere bırakıp
büyük göç katarına katılmasını bilen,
yani senin gibi, Hrant Dink,
şakaklarında ve potinlerinde delik,
ama boyunlarında ne haç, ne ay yıldız,
ne süleymanın mührü,
simurgunu arayan bütün kanatlıların,
bütün ‘tedirgin’ sakaların,
bülbüllerin, çayırkuşlarının
ve güvercinlerin
orada, ‘eskilerin’ sözüyle,
‘sınıfsız ve devletsiz’,
çitsiz, çepersiz, çetesiz
çayırlarında, ebediyetin,
kendi soylarına soplarına boş verip,
sabah akşam yalnızca
Tanrının adını, yalnızca O’nunkini
yücelttiklerini
öğrensin zeolotlar!
ve simurgun gökçe diriliğini,
gökçe doğurganlığını,
ölülere yaşama, taşlara kanatlanma
şevkini veren bir neşide olarak
eklediklerini
sabah akşam ötüşlerine…
26 Ocak 2007