uzun burnunu her şeye sokuyor
ve sinek kanatlı hayal gücüyle
her engeli aşabileceğini,
her kılığa girebileceğini;
dokunaklı sesiyle de
her gönlün kapısını açabileceğini
ve her akla sığabileceğini sanıyor, şiir.
herkesin gençliğinde
yaşanmamış bir çocukluğun,
yaşlılığında da yaşanmamış bir gençliğin
gömülü olduğunu biliyor
ve işte bunlarla geri döndüğüne
inandırmaya çalışıyor bizi.
düpedüz el koymak istiyor böylece
içimize gömülü hazinelere,
acılara da, erinçlere de
utançlara da, övünçlere de…
peki, kim bunu istiyor ondan
ve hakkı var mı bu kadar ileri gitmeye!
pek de sinameki, kahramanımız,
pek de alıngan!
insanda gördüğü, duyduğu her şey,
ama her şey dokunuyor ona.
ve değdiği, dokunduğu her şey de
yakıyor, yaralıyor onu.
bakınca, dosdoğru içinize bakıyor, sözgelimi.
ve kaçırıyorsunuz siz de, çaresiz, gözlerinizi;
ama işte oyuna geldiniz yine!
onun istediği de bu çünkü:
kaçırtmak sizi ruhunuzun ta diplerine,
kendi şiirinizin sizi beklediği yere!
böyle böyle yüzgöz olma pahasına da olsa,
bazen insanlarla, bazen fikirlerle,
bazen de sözcüklerle denemek istiyor
daha şimdiden,
mezarda kurtlarla, böceklerle,
mezarlık fareleriyle
‘kavim kardeş’ şenlikli yaşamanın,
hiçliği unutturan oyunlar oynamanın
değişik yollarını.
ve toza toprağa karışıp doğaya dönmeye
sıra gelince de,
kurt değil, solucan değil,
mezarlık faresi değil, değil de,
boz renkli, aful toful
ve alt dudağı yarık mavi bir tavşancığa
dönüşmeyi hayal ediyor, filozofumuz.
ama her yanından uç veren
siğillere, dikenlere bakılacak olursa,
cennette sümüklü böceklerle,
salyangozlarla didişe didişe
ebedi yalnızlığı tebaasız bir krallığa çeviren
bir kirpi olacağa benziyor, daha şimdiden.