694.1
Kaburgalarımdan birini çıkarıp
Kendime bir eş yaratmayı düşünmüştüm.
(ki, muhtemelen tıpa tıp bana benzeyecekti, bu):
ama bu sanatın, şiir yeryüzüne indirilirken
felsefeyi başına sarmış bulunanlara
yasaklandığını söylediler bana,
Ben de, kaburgalarımı
tensel iğvaların talanına bırakıp,
kaval kemiğimden bir klarnet yarattım,
Schubert’in, arınmanın gökçe kaynaklarından
iniyora benzeyen naiv liedleriyle,
Bach’ın uhrevi füglerini
felsefi düşüncenin kodlarına çeviren
tılsımlı bir klarnet…
694.2
Sık sık inançsız olduğuma hükmediyorum
en az Russell kadar inançsız…
ama yine de benimki onunki gibi yavan
ve aptalca değil.
Çünkü ben bunun için, sanırım, Eyyüb’e imanının
verdiği keder kadar ağır, karmaşık
ve bazen düşlerimde bana yüzümü, ellerimi
kurtlanmış yaralar içinde gösteren
bazen de Cabridge’deki felsefe derslerimde beni,
bir filozoftan çok, bir peygamber gibi konuşturan
sorular taşıdım her zaman yüreğimde.
Bu soruların yolu, döne dolaşa, her zaman
gelip şu sereba dayanıyordu:
Bir gün bu acılı inançsızlığın bağrından
bir tanrı filizlenip de çıkar mı?
694.3
En büyük yaralarını gizlemek için
sanatta, düşüncede en küçük çiziklerden,
en ufak falsolardan uzak durmak
ya da öyle görünmek konusunda
melekleri geride bırakacak bir titizlik,
incelik sergileyebiliyor insan.
Ama incelte incelte, sonunda, kabuğunu
içindekileri gösterecek duruma
getirmiş olabileceğini unutuyor.
yahut unutmuyor da, böyle bir durumun
gelecek kuşakların damağında bırakacağı
efsane tadından ötürü
gizli bir gurur duyuyor;
gizli ve oyuna hile katan
bir kumarbazınki kadar şeytanca…
694.4
Dürüstlük sanatındaki yeteneğim,
çağdaşlarımın gözünde beni
neredeyse mesih konumuna yükseltecek.
Gerçekte olan şu, dürüstlük taçlandırılınca,
en basit, en sıradan düşünceler bile
bir tür vahiy etkisi yaratıyor.
Bu büyüyü bozmam gerektiğini biliyorum,
ama bozmak istiyor muyum,
bundan kuşkuluyum.
Çünkü fantezi de olsa, şakirtlerimin eliyle sunulan
bir ‘gökçe krallık’ fikri, ölümü de, hayat gibi,
bir keder, bir gerçek olmaktan çıkarıp
bir oyun, bir sanat,
bir rüyanın mümkün yorumlarından sadece biri
haline dönüştürüyor.
694. 5
yok sayıcılık, bilimi ve mantığı
kendi tarafında gördüğü her zaman,
kabadayılık taslayan korkak birinin
gülünç kahramanlığını yansıtıyor.
694. 6
uyanıkken insanların hepsi aynı dünyada yaşarlar,
ama uykuda herkesin ayrı bir dünyası vardır
diyor efesli büyük herakles.
felsefenin uzayında, sözcüklerin, fikirlerin,
kavramların ve onları, alacakaranlıkları içinde
seçilebilir kılan yıldızların, güneşlerin
ve öteki gök cisimlerinin, buz içindeki hareketsiz
ışıldayıp durdukları insansız alemlerde
sanırım hiç değilse, benim gibi elli yaşını aşmış
içindeki derinlerden ya kaçan,
ya da oralardan kovulmuş bulunan yalnız biri,
yalnızlıktan kuruyup gitmek üzere olan biri,
onun elinden eteğinden tutup çekiştiren
ve gerçekliğe, gerçek dünyaya alıp götüren
mesela bir oğlu, bir dölü olsun isterdi.
gözbebeklerinin aynasında ona,
aynaların başkalarına ve başka koşullarda
asla göstermeyecekleri kadar uzak,
çok uzak derinliklerde
insana kendi çocukluğunu gösteren
ve bakışlarındaki parıltıyada da babasına,
soyunun devam edeceğini ima eden
Davud oğlu süleyman gibi,
dili ezgilerle, kederlerle,
bilgeliklerle incelmiş bir oğul…
694.7
Aslında o kadar kötüyüm,
o kadar çirkin şeyler yaptım
ve çirkin şeyler yaşadım ki,
Tanrıya inanmak zorundayım!
Ya da onun öldüğüne ve bıraktığı mirasın
sefih, kibirli, gösteriş düşkünü oğulları
(yahut çömezleri)
tarafından çarçur edildiğinden
artık haberdar olamayacağına…
Böyle bir gereksinim içinde yaşamak, bu gidişle,
erdemli, dinibütün insanlarınkinden daha sek,
daha mistik bir dindarlık duygusu,
daha ışıltılı bir erinç
kazandıracağa benziyor bana.
694.8
Delirmemek için felsefe yaptığımı
düşünebilir miyim?
yahut içimdeki babilin
uğultusunu bastırmak için?
yahut unutturmak için kendime,
içimdeki babilde de,
dışımdaki babilde de
çoktan kaybolup gittiğimi?
694. 9
Gençliğimde Tolstoy’un o babasız-oğulsuz incili,
daracık ve sapa da olsa,
önümde bir yol olduğu umudunu vermişti bana;
ama yaşım ilerledikçe,
keşişlerin, müjiklerin ve şairlerin
çiğnediği o sarp keçi yolunun da
benim içimden geçmediği
ve felsefenin tepesine,
ayartıcı dil-oyunlarının,
gösterişli meteforların yardımıyla
kurduğum manastır eteklerinden
bir hortum gibi kıvrılıp göğe tırmanmış olduğu
ve arkasında da bir iz bırakmadığı ortaya çıktı.
694.10
Her sabah aynaya bakıp şunu haykırmalıyım:
“Şehvet düşkünü, zayıf, edepsiz,
ilkel bir yaratık var senin içinde,
kendi atığında debelenen bir canavar!
Bir meyve kurdu!
Ve işin kötüsü, senden daha zeki;
çünkü, senin aklını ve yeteneklerini
-seni, postunda gizlendiği bir aziz,
bir yalvaç olarak göstermeye yetecek kadar-
maharetle yönetmesini biliyor.
694.11
Bencilliğimi, kendime kene gibi yapışmamı,
kendime tapınmamı…
kısacası, içimdeki yılanı
orada bulunduğu yerde
saklamak zorundayım.
bunu şimdilik yapabiliyorum.
Ama onu kendimden ayırt edemeyecek kadar
bunayacağım günler gelip çatınca,
ne yapabilirim; bunu kesitremiyorum.
Klarnetim ve oynayan yılanımla
gezici bir tiyatro trampına katılırım belki
ya da sirk kumpanyasına.
694.12
Cehenneme götüren yolun iki yanında
bağların, bahçelerin, kıyısından geçerken,
insanlara, cennetin yolunun
benim hayatımın içinden
geçmediğini nasıl anlatabilirim?
Diskurlarımda İsa’yı hortlatıp
metafiziğin sisleri arasında
sembolik mantık konuşarak mı?
Bunu her yapmaya kalkışımda,
havarilerimin en zekilerinin gözlerinde bile,
düş kırıklığı yerine, parıldadığını gördüğüm
o aptalca hayranlık önce gurur veriyor bana,
ama sonra günlerce, günlerce
kendimden tiksinti içinde
yaşatıyor beni.
694.13
Bir şair olabilirdim;
çünkü nereye gidersem gideyim
tepemde dolaşmasını istediğim
ipsiz bir uçurtma icat etmekti,
çocukluğumdan beri, en derinlerdeki emelim.
Ama ancak felsefenin
Prens Mişkin’i olabildim.
Çünkü, bu ipte oynayan düzmece kralların
omuzlarında dolaşan şeytanları görmeye
ve göstermeye yetecek kadar saf olmasını,
saf görünmesini becerebilsem de,
kendi şeytanlarımı kovmak için,
zekayı bir kenara bırakıp
melekleri yardıma çağırmayı
kendime yakıştıramayacak kadar
kibirliydim.
şu da söylenebilir:
dehamın, hem şeytanları cehennemin
kapısına kadar kovalamaya,
hem de onları kendime hayran bırakmaya
yeteceği inancı aldattı beni.
694.14
bir şair, kendisini felsefenin içine kıstıracak
büyük bir hata yapabilir ve onun bu hatası
uzayın derinliklerinde yeni bir galaksi,
yepyeni bir yıldız ailesi,
bir kozmosu yaratacak kadar büyük
bir patlamayla sonuçlanabilir.
ama bir felsefeci, felsefenin içinden biri
tek başına asla bu cesamette yaratıcı
bir hata işleyemez.
onun eli işe fazla yatkındır, çünkü.
ne yetiştiği tezgah bunu kaldırır,
ne de onun kullandığı aletler
bunu yapmasına olanak verir.
ayrıca, marangozlar birbirlerini tartarken,
tuhaftır, her şeyden önce, döktükleri yongaların
birbirine eşit, birbirine benzer
ve ağacın suyu yönünde
çıkarılıp çıkarılmadığına
bakmayı adet edinmişlerdir, nedense.
694.15
bu son yıllarda kendimi
kendimi bir kaya kütlesi gibi yonttum, yonttum…
başlangıçta, yüzünü elleriyle örtüp
dizlerinin üstüne kapanaraktan,
sessiz sessiz ağlayan, yakaran
bir aziz çıkacağa benziyordu,
bir kayanın bağrından.
ama sona yaklaştıkça, içerde,
karanlığını -matematiksel mantık
şaşmazlığıyla yönetilen-
bir yeraltı krallığına dönüştürmek isteyen
hayalci bir solucanın yuvarlandığı ortaya çıktı;
krallığının adını da Tractatus
Logico Phlosophicus koyan
kör bir solucan.
694.16
Tanrının en ilham verici eseri, kuşkusuz, insan;
Sophoklesin dediği gibi,
tuhaf, ihtişamlı ve keder verici…
Ama aynı zamanda, aptal ve müptezel!
çünkü, her seferinde dönüp arkasına bakar
ve ruhunun atıklarına da,
bedenin atıklarına da
şöyle bir göz atmaktan
gizli bir keyif duyar.
İşte Sigmund Freud!
O da kendi tarzında
benim yaptığımı yapıyor:
yerin altında kendisine
Hasidik bir krallık kurmak için,
barsak solucanlarını psikanalizleyip,
lağım faerlerine, hamlet gibi imalı,
kinayeli cıvıldamasını
öğretmeye çalışıyor.
Yani, tutkusunu ve dehasını
bir çift kanat olarak değil, fakat,
o da benim gibi,
cehennemin dibini bulmak için
kazma ve kürek kullanıyor.
694. 17
kendi cangılımıda, kendi kusursuzluk, dürüstlük
ve erdem saplantılarımın önünden kaçan
bir av hayvanıyım ben;
eti yenmeyen, ama derisinden kürk,
dişlerinden takı, boynuzlarından da
borazan yapılan.
ve karnı, felsefenin tapınak kahinleri,
edebiyatın panayır yalvaçları eliyle
açılıp, bağırsak falına bakılan…
694. 18
Tanrının hem ulrichle, olgayla, ludwigle,
yani herkesle ayrı ayrı yaşadığı
küçük küçük hayatları,
hayatçıkları
var gibi geliyor bana,
hem de hepimizin üstünde,
tek başına,
mutlak bir yalnızlık içinde yaşadığı
uçsuz bucaksız ve içine girilemez
paylaşılamaz, çalınamaz,
ihlal edilemez
bir sanatçı hayatı…
Ve Tanrı, mantığı ve felsefeyi,
yani aklı ve illiyeti
-küçük hayatlarımız, burada,
tenin krallığında içleri daralınca,
Onun melekler katarıyla
yerden havalanmasınlar diye olacak-
bizim için tam yeterli olandan
belki biraz ağır ve ciddi,
gerekli olandan biraz büyük
ve havaleli;
ama müziği, şiiri ve matematiği,
buna bağlı olarak, sezgiyi ve hayal gücünü
-yere göğe sığmayangünahlarımızı
Onun büyük hayatına,
sonsuz merhametine
sığdırabilelim diye, sanıyorum-
namütenahi olandan belki biraz küçük,
biraz hafif, biraz hoppa ve cesur,
biraz da köpük gibi sönümlü
yaratmışa benziyor.
Tuhaf, ihtişamlı ve keder verici olan
-ki trajik diyoruz ona-
işte bu, bir yanımızın
tam yeterli olandan biraz büyük ve ağır
bir yanımızın da,
kusursuz ve ebedi olandan
biraz küçük ve hafif tutulmuş
olmasından ileri geliyor, bence.
Bunun içindir ki, mantığı matematiğe,
felsefeyi de şiire dönüştürme çabası
gençliğimde bana bir oyun zevki,
bir arınma coşkusu yaşatmış olsa bile,
şimdi artık bu mümkün gözükmüyor bana.
Vaktiyle taşlardan sessizliğin,
yıldızlardan da yalnızlığın dilini
öğrenmeliydim belki;
bu fırsatı kaçırdım;
artık bunu yapamayacak kadar yaşlı,
huysuz ve tamamlanmış
buluyorum kendimi.
694. 19
Aslında, Nuhun oğlu gibi, işi ağırdan aldım;
hedonizmin, suçluluk duygusunun,
kendine eziyetin verdiği sarhoşluklara
kaptırdım kendimi;
sular çeneme yükselmeden
düşüncenin mülkünde tırmanılacak bir dağ
bulacağım umuduyla avundum
ve gemiye yetişemedim.
Ama gelecekte benim incilimi yazacak olanlar,
benim, ergenlerin mahrem rüyalarını andıran
yakıcı, esritici, naif aforizmalarımda
düşüncenin şehvetini keşfeden
cambridgeli dostlarıma,
çömezlerime, oda arkadaşlarıma
mesihçe düşkünlüğüm olarak
söz edeceklerdir, bütün bunlardan.
694. 20
Tanrı, Felsefi Soruşturmalarıma, Değinmelerime,
şifreli notlarıma, vesaire, şöyle bir göz atıp da
onları eliyle bir kenara ittikten sonra,
dönüp bana şunu söyleyecektir:
Gel, seni kendi gözlerinde yargılayalım, Ludy!
Başkalarında gördüğünde seni tiksindiren ürperten,
mideni bulandıran fiilerden
başlayalım işe! *
*İtalik yazıların dayandığı orijinal ifade:
Tanrı bana şöyle diyebilir: Seni kendi ağzınla yargılıyorum, senin kendi eylemlerin, başkalarını onları yaparken gördüğünde seni tiksindiren, titreten eylemlerdi.”