Kalırsam düşlerimi, arzularımı hep ertelemek zorunda kalacağım..
Bahar bulaştı ya hayata, ağaca, suya, içimde öyle bir seyahat kımıldıyor ki, diren direnebilirsen…
Yüreğim bavulunu toplamış çoktan; ruhum sırtlamış çantasını…
“Uzaklar” çekiyor içimdeki seyyahın tasmasını…
Marianne Faithful sanki şarkı değil, derdimin nedenini söylüyor radyoda: “Saçlarında ılık rüzgarla,spor bir araba sürerek, Paris’e hiç gitmediğini 37 yasinda fark etti”.
Buket Uzuner, yaşayageldiği hayatın anlamsızlığını 37’nci yaşgününde idrak eden bir kadının öyküsünü anlatıyor “Karayel Hüznü”nde… Bıkkın kadın, doğum gününün sabahında, büyük boy bir beyaz kağıda kırmızı rujla şu notu yazıp bırakıyor evdekilere:
“Bugün benim doğum günüm. Değişiklik olsun diye bu kez size domuz kanından nefis bir çorba hazırladım. İçine de zehir kattım. Ben Alpler’e gidiyorum; çünkü 37 yaşıma girdim ve hâlâ Alp Dağları’na gidemediğimi ayrımsadım. Kalırsam, asla gidemeyeceğimi anladım. Kalırsam düşlerimi, arzularımı hep ertelemek zorunda kalacağımı da….Hoşçakalın”.
* * *
“Yaşamak değil. Beni bu telaş öldürecek” dediği gibi şairin; o telaşla, bırakın Paris yolunda ılık rüzgârlara taratmayı saçlarımızı, sevdigimizle doyasıya bir sohbet bile edemedik biz…
Gözümüz saatte söyleştik hep, koşuşur gibi seviştik, yarışır gibi çalıştık. Hep yetişilecek bir yerler vardı, aranacak adamlar, yapılacak işler… Bir sonraki günün telaşı, bir öncekinin terine bulaştı; başkalarının hayatı, bizimkini aştı.
Kör karanlıkta çalar saat sesi yerine, kuşluk vakti, kızarmış ekmek kokusu veya yavuklu busesi ile uyanma düşlerini hababam erteledik. 20’li yaşlardayken 30’lara kurduk saatin alarmını, 30’larımızda 40’lara, belki sonra 50’lere…
Lakin öyle yanlış kurgulanmış ki hayat, kuşlukta uyanma fırsatını sunduğunda size, artık uyku girmez oluyor gözlerinize…
Doyasıya söyleşmek, telaşsız sevişmek için bol zamana kavuştuğunuzda, söyleşecek, sevişecek kimsecikler kalmıyor yanınızda… Özenle yarına sakladığınız bir sarı lira gibi ömrünüz; vakti gelip sandıktan çıkardığınızda bir de bakıyorsunuz ki, tedavülden kalkmış…
* * *
Jorge Luis Borges’in derledigi Babil kitaplığında Papini’nin “Ödenmeyen Gün” adlı bir öyküsü vardır. Güzel bir prensesin başından geçenleri anlatır:
22 yaşındayken bu prensese bir beyefendi sürpriz bir teklifle gelir. Hasta kızı için gençlik yılları aradığını söyler ve “Bana gençliginizden bir yıl ödünç verirseniz, ömrünüz sona ermeden onu gün gün size geri ödeyecegim” der.
Prenses henüz o kadar gençtir ki, cömertçe gözden çıkarır bir yılı; ödünç verir beyefendiye… 23 yerine 24 yasina basar o yıl yaşgününde… Yıllar yılı hatırlamaz verdiği borcu… Ancak ne zaman ki 40 yaşını aşar ve o dillere destan güzelliği bozulmaya yüz tutar; arar beyefendiyi ve 365 günlük alacağını tek tek tahsil etmeye başlar. Özellikle balo günleri, bütün çizgileri yok olmuş bir yüzle ve körpe bir bedenle girer salonlara… Gece odasına sızmayı başaran aşıklari, gece yarısından sonra yüzünün nasıl kırıştığını hayretle gözlerler… Her gençleşmenin ardından uyanış anı daha acı verici olur. Çünkü yaşı ilerledikçe, o hali ile 23 yaşı arasındaki fark daha da açılır. Fark açıldıkça “bir gün, bir saat, bir an olsun” gençlik aşısını tatmak daha güzel gelir.
Ancak sayılı gün çabuk geçer. Kalan günlerini hoyratça harcayan prenses, geri isteyebilecegi sadece bir günü kaldığını fark eder: “Bir günlük ışık, sonra sonsuza dek karanlik…”
Atesli bir sevgilinin bütün bedenini okşaması için o tek günü özenle saklar. Bu son yasam parasını harcamak için çılgınca bir istek duysa da kıyamaz bir türlü…
Nihayet evine gelip, öyküsünü dinleyen ve dizlerine kapanarak gençliğinin son gününü kendisiyle geçirmesi için yalvaran bir adamın teklifini kabul eder.
“O gün” geldiginde adam, en şık elbisesi ve titreyen yüreğiyle açar bahçe kapısını… Kadının villasına girer, iki kişilik hazırlanmış masada mumların yandığını görür. Bir süre bekledikten sonra meraklanıp prensesin kapısını tıklatır. Yanıt gelmeyince açıp girer. Dört bir yana savrulmuş görkemli giysilerle dolu odada prenses aynanın karşısında bir kanepeye uzanmıştır. Yüzü bembeyazdır. Gençliğinin dönmesini beklerken son nefesini vermiştir prenses… Adam bu ani ölümün nedenini yerde buldugu mektupta okur. Satırlar, borçlu beyefendiye aittir:
“Soylu prenses! .. Size borçlu olduğum son gençlik gününü geri veremeyeceğim için çok üzgünüm. (..) En derin bağlılığımla…”
* * *
Erikler, kirazlar, çileklerle çıkageldi mi Haziran, pupa yelken kıpırdanır içim…
Saçlarını ilik rüzgarlara salıp uzak başkentlere spor arabalar süren coşkulu kadınların şarkılarını dinlerim Haziran’da… Ardında veda mesajları bırakarak hep ertelediği düşlerinin peşisıra yüksek dağlara tırmanan öfkeli kadınların öykülerini okurum. Ve geleceğe ödünç verdigim yaşanmamış günlerimin yasını tutarım sessiz sedasız…
Yaşam… O hepimize borçlu olan hergele, öder inşallah bir gün hesabını… Yaşarız ertelediklerimizi, “gençliğimizin son günü” çalınmadan elimizden…