Havana’da Ernest Hemingway’in 7 yıl yaşadığı otel odasını gezmiştim yıllar önce…
Hotel Ambos Mundos…
511 numaralı oda…
Hemingway, pencereleri körfezin girişine bakan bu küçük odada 1932-1939 yılları arasında yaşamış ve ünlü romanı “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” u orada yazmış.
Şimdi müze olan evin salonunda oltaları ve eşyaları duruyor.
Camekanlı bir bölmede, Londra’daki yayınevinden gelmiş bir mektup var:
“Çanlar” ın 45 bin sattığını müjdeliyor.
Odayı, aklımda hep aynı soruyla gezdim:
Devrim öncesi gerillalara para yardımı yapan, devrimde Castro’yla omuz omuza yürüyen adam, ne olmuştu da devrimden hemen sonra, 1960’ta Küba’yı terk etmiş, İspanya’ya, yalnızlığına dönmüştü acaba..?
* * *
Aradığım cevabı Adem Eyüp Yılmaz’ın “Edebiyat ve İntihar” (Selis, 2003) kitabında buldum.
Hemingway, 1954 yılında, Kübalı yaşlı bir balıkçıyı anlattığı “Yaşlı Adam ve Deniz” adlı romanıyla Nobel edebiyat ödülünü almış ve törende yaptığı konuşmada şöyle demişti:
“En iyisini yazmak, yalnız bir hayatı gerektirir. Yazar için yapılan organizasyonlar, yazarın yalnızlığını hafifletir. Bunun, yazarı geliştireceğinden şüpheliyim. Yalnızlığını dağıttığı sürece popülaritesi artar, ama o oranda da işleri kötüye gider”.
Birkaç cümle daha… ve sonuç:
“Sanırım bir yazar için çok uzun konuştum. Bir yazar, söylemesi gerekeni konuşmamalı, yazmalıdır. Teşekkürler”.
* * *
Yalnızlık, onun yazılarının mürekkebiydi.
Bir de av…
Şeker hastasıyken depresyona girip intihar eden babası gibi, ava meraklıydı Hemingway…
Bir mektubunda avcılıktan söz ederken, “Temiz (acı çektirmeden) öldürme sorumluluğumuz var” diye yazmıştı:
“Ama eğer bir hayvanı yaralamışsak, o zaman da onu sonuna kadar izleme sorumluluğumuz var”.
Belki de kendisinden söz ediyordu.
Yaralı hissediyordu kendini… Ve yarasını gösterişli organizasyonlarla sarmak yerine, yalnızlığıyla hepten kanatıyordu.
Bu sayede yazıyordu.
“Paris Bir Şenliktir” de şöyle yazmıştı:
“Sonbaharda hüzünlü olmayı ummuştun sen… Her yıl yapraklar ağaçlardan düştüğünde ve dalları rüzgar ve soğuktan çıplak kaldığında bazılarınız ölürsünüz. Ama sen, baharın her zaman geri geleceğini, ırmağın donduktan sonra tekrar akacağını bildiğin gibi bilirsin ki; soğuk yağmurların sürmesi ve baharı öldürmesi, genç bir insanın sebepsiz ölmesi gibidir”.
* * *
Nobel’i aldığı yıl, Afrika’da safari yaptığı uçak düştüğünde yaralanmıştı. Artık 60 yaşında ve 100 kiloydu. Karaciğeri, o kadar içkiyi kaldıramıyordu.
Son romanı “Cennet Bahçesi” ni tamamlayamayacağını hissetti.
Yazmadan yaşamak, yaralıyordu onu…
Ve o, yaralı bir bedeni huzura kavuşturmak için, sonuna dek izlemek gerektiğine inanıyordu.
1961 yılında şu satırları yazdı:
“Uzun bir hayat, insanın iyimserliğini yok eder. En iyisi, vücudu eskitip yaşlandırmadan, hayaller yıkılmadan, gençliğin mutluluğu içinde ölmek, bir ışık seli içinde gitmektir”.
O yaz, dağ evinin meşe lambrili salonunda, güvercin avlamak için kullandığı av tüfeğinin tetiğini kapının tokmağına bağladı.
Ve kapıyı kapattı.
Avladığı son güvercin, kendi yaralı bedeni olmuştu.