Eski bahçede, paslı sapını tutarken tulumbanın
küllenen ateşe sürdüğün cezve,
tozlu yaprakların gölgesinde çürüyen iskemlede
bir yandan seni seyrediyorum-
gençliğin canlanıyor belli belirsiz.
Birlikte türküler söylerdik kısık bir sesle.
Gerçekten öyle güzel miydi dokunduğumuz her şey?
Bize mi öyle gelirdi soluduğumuz gece
bir baharatçı dükkânının binbir çeşidiyle?
İster izinle dönelim gurbetten
tahta bavullarımızda Malatyalı Fahri’nin plakları,
ister sıla dediğimiz dağ köyü
toprak damında loğuyla, çırasıyla
ve gökyüzü yıldızlarıyla donatsın yaz gecelerimizi-
kekik kokusu bağışlayan bir yel eserdi
ve bilirdik, dağların ardındaydı her şey,
Çerkez eyerini ne zaman vursak kara kısrağa,
İşte biz hep o dağları aşmak isterdik.
Sonra ne oldu bize? Nereye savruldu herkes?
Ve ben şimdi seni seyrederken
canlanan gençliğinle eski bahçede,
eprimiş çerkez eyeri, külrengi iskemle,
belli belirsiz bir türkü kısık bir sesle
yansırken tozlu yaprakları sılanın
acı sularında unutulmuş kuyunun
(Adam Sanat,94)