Anne beni onayla ve daha çok sev, dersiniz..
Baba, beni önemse ve hep yanımda ol, dersiniz…
Bakın size yazdığım bir şeyi okuyacağım, can kulağıyla dinleyin… Okulda çok büyük bir başarı kazandım, bunun benim için ne kadar önemli olduğunu ne olur anlayın, dersiniz…
Hiç eksilmesin, hep artarak sürsün istersiniz…
Ama bir türlü istediğiniz olmaz. Onaylarmış görünürler, ama sadece görünürler… Sevmiş gibi yaparlar, ama bilirsiniz ki sevgileri istediğiniz kadar değildir… Önce yüceltir, önemser gibi görünürler, ama hiç beklemediğiniz da küçümserler. Hem de kalbinizin en savunmasız bir anında…
Yazdığınızı okurken ilgiliymiş gibi yapmaya çalışsalar da ilgisiz bakışlarla dinledikleri gözlerinizden kaçmaz…
O sırada akıllarından günlük, sıradan meseleler geçer, kazandığınız başarının onlar için gerçek bir anlamı olmadığını o kayıtsız bakışlarından anlarsınız…
Önce öperler, ama hiç ummadığınız bir anda öptükleri yerden kanatırlar sizi… Sonra yine kanattıkları yerleri öpmeye çalışırlar, acısı geçsin diye…
Sizi en çok sevdikleriniz yaralar… Hem de en derinden… Bu sızı hiç gitmez içinizden. Aradan yıllar geçmiş olsa bile sanki birkaç saat önce olmuş gibidir. Hiç, ama hiç unutamazsınız, silip atamazsınız içinizdeki o sızıyı…
İşte asıl benliğiniz budur… Hayatınızın geri kalan yıllarında sizi hiç beklemediğiniz bir anda ortaya çıkıp olmadık yerlere sürükleyebilecektir. Zamanını kollamaktadır, içten içe bunu çok iyi bilirsiniz, ama onu unutmaya çalışırsınız…
Bütün derdiniz onu gizleyip susturmaktır aslında. Kimseye göstermemektir. En derinlere itersiniz onu. Bu sızıyı en ürkütücü sırrınız gibi saklarsınız. Size en yakın olan insanlardan bile… Çünkü bilirsiniz ki, o sızı bir kez uyandı mı ne yapsanız onu dindiremeyeceksinizdir… Bir kere kendisini hatırlattığı zaman, ne zaman dineceğini asla bilemeyeceksinizdir, unutmak isteseniz de içten içe bilirsiniz bunu…
Bilirsiniz ki bu sızı ortaya çıkar çıkmaz körleşecek, bildiğiniz her şeyi unutacak, savunduğunuz her değer anlamını kaybedecek, o güne dek kazandığınız sandıklarınızın bir hiçten ibaret olduğunu göreceksinizdir… Ömrünüz sandığınız şey elinizden kaçacak, asıl yazgınız ortaya çıkacaktır… Yazgınız işte o en derinlerde sakladığınız yaralı ve sızılarla dolu benliğinizdir. En yasak bölgenizdir… Onu en alta gizlemek için birçok benlik edinirsiniz. Bu benlikleri hayranlıklarla, ilgilerle, başarılarla, kazandığınız imgelerle süsleyip gösterişli hale getirirsiniz ki, sizi tanıyan en altta yatanı görmesin, hep onlarla ilgilensin, onları gerçek sansın, onlara hayran olup bağlansın istersiniz…
İlişkiler yaşarsınız, beraberlikleriniz olur, kimseye, ama kimseye yeterince güvenmez, onu; o altta yatan yaralı benliğinizi elinizden geldiğince saklamaya çalışırsınız. Yaşadıklarınıza, ilişkilerinize karıştırmazsınız onu. Ne yaparsanız, ne söylerseniz, onsuz yaşar, onu hiç hesaba katmadan söylersiniz. Ondan habersizmiş gibi yaparsınız. İyisinizdir böyle, çok da yara almadan sürükleyip götürürsünüz hayatınızı… Her ilişki bir diğerini besler. İlişkilerde çoğu kez hayranlıkla seyrettiğiniz yüzünüzde o sızı yoktur. Kaybetmemiş kazanmışsınızdır. Hiç söylemediğiniz güzel ve anlamlı sözleri hayatınıza yeni girecek insana saklarken aynanızdaki yüzünüz bir bütündür… Ya da siz öyle görürsünüz…
Sonra hiç ummadığınız anda biri çıkar karşınıza… Ona da diğerlerine yaptığınız gibi yaparsınız. Süsleyip gösterişli hale getirdiğiniz benliklerinizle yaşamaya başlarsınız onunla… Çünkü daha önce kimselere güvenmediğiniz gibi ona da tam anlamıyla güvenemezsiniz… Başlarda güzeldir onun aynasında gördüğünüz yüzünüz. Bütündür… Eski ilişkinizden sakladığınız güzel ve anlamlı sözlerin onu etkilediğini hissettikçe daha da aydınlanır aynasındaki resminiz. Ona çocukların arkadaşlarına yeni aldıkları oyuncaklarını gösterir gibi o süslü ve daha önce başkaları tarafından hep onaylanmış benliklerinizi gösterip durursunuz…
Ama her şey yolunda gibi giderken birgün sizi artık eskisi gibi onaylamadığını, söylediklerinizi hayranlıkla dinlemediğini anlamaya başlarsınız. Hatta zaman zaman başlardaki onayının gizli bir onaysızlığa, hayranlığının sinsi bir küçümsemeye dönüştüğünü fark etmeye başlarsınız. Birçok insanı etkilediğini sandığınız oyuncaklarınızın onu etkilemediğini hissedersiniz… Onu büyülemek için söylediğiniz sözlerin sanki bir duvara çarpıp yine size geri döndüğünü ve her geri döndüğünde kanatsız ve kanı çekilmiş kuşlar gibi içinizdeki o çok gizli olan boşluğa birer birer düştüğünü görürsünüz… Tuhaf bir ürküntüyle sarsılır, ayaklarınızın altındaki zeminin usulca kaydığını anlarsınız. Aynasındaki fotoğrafınız çoktan gölgelenmeye başlamıştır. Sanki sizi sizden iyi bilen, ama sizin çok da tanımadığınız birisinin çocukluğunuzun arka bahçesinde, yeni alınmış ve o çok sevdiğiniz oyuncaklarınızı teker teker yaktığını görürsünüz… Oyuncaklarınızdan çıkan yanık kokusu çok eski ve hiç unutulmayan bir felaketin yaklaştığını hissettirir… Bu yaklaşan felaket hissi yangının arka bahçenize doğru ilerlediğini hatırlatır size… Artık aynasındaki yüzünüze bu yanık kokusu eşlik etmeye başlamıştır… Yüzünüz eskisi gibi tanıdık gelmemeye başlamıştır… Bir an önce buradan bir çıkış aramak ve bu ilişkiyi sonlandırmak istersiniz… Ama bir şey tutar sizi… Basiretiniz bağlanır. Giderayak yüzünüzü onun aynasında bir kez daha güzel, aydınlık ve bütün olarak görüp öyle çıkıp gitmek istersiniz bir başka aynaya… Yangın arka bahçeye sıçramadan ona güzel ve hep hayranlıkla anımsayacağı bir son hazırlamak istersiniz… Ve artık tek derdiniz onu bu güzel sona ikna etmekten başka birşey değildir… Ama hazırladığınız hiçbir veda şöleni onu etkilemez… Yangın içerlere, derinlere doğru hızla ilerlemeye başlamıştır. Artık ona gösterebileceğiniz hiçbir yeni oyuncağınız kalmamıştır… Her veda şöleni bir öncekinden daha gösterişsiz, bir öncekinden daha yoksul ve acınası olmuştur… Savunmalarınız birer birer onun gözünde anlamını yitirmiştir… Herşeyi öylece bırakıp gitmek, bırak beni artık, gitmek istiyorum, deseniz de bu ondan çok size inandırıcı gelmez. Ayrılıp gitmeye önce kendinizi ikna edemez olmuşsunuzdur… Beni bırak, bitsin artık bu ilişki, deseniz de, bu sözler ona çarpıp; beni böyle bırakma, beni onaylamadan, bana hayran olmadan, beni sevmeden bırakma, olarak yine size geri döner…
Bu artık kendinizi onun gözüyle görmeye başladığınızı gösterir ki kaçıp kurtulmanız için artık çok geçtir… Yıllardır herkesten sakladığınız o yaralı benliğiniz saklandığı yerden, artık birer külden ibaret olan benliklerinizin yanık kokuları arasından en üste çıkmıştır… Artık söz sizden çıkmıştır… Kaderinizin ipleri elinizden kaçmış yazgınızla savunmasız bir şekilde karşı karşıya kalmışsınızdır… Aynasındaki yüzünüz paramparçadır… Artık o aynadaki yüzünüze o çok eski sızılar olmadan bakamaz olmuşsunuzdur… O çok eski sızılar, sanki birkaç saat önce girmiş gibidir içinize… Sanki unuttuğunuzu sandığınız o çok eski zamanlarda değil de henüz şimdi yaralanmış gibisinizdir… Sanki hayata başladığınız yere sizi geri çağırmıştır o sızılar… O noktaya nasıl geldiğinizi anlamadan, karşınızdaki insandan tıpkı o yaralı çocukluğunuzdaki özleminiz gibi, sizi sonuna dek anlayıp benimsemesini beklersiniz..
Anne beni onayla ve daha çok sev, der gibi… Baba beni önemse ve hep yanımda ol, der gibi yaparsınız ne yapsanız… Ama ne deseniz, ne yapsanız hep eksik kalırsınız onun gözünde, hep yetersiz… İşte bu yüzden sizi birgün bırakıp gidecektir… Asıl bu korkunun altında yatar bir zamanlar onca korktuğunuz ölüm… Bu korkuyu yaşamamak için defalarca kendinizi yok etmek geçer aklınızdan… Ama tek birşey yüzünden kıyamazsınız kendinize, tek birşey: Onu bir daha göremeyecek olmak korkusu… Bu korku yüzünden her sızıya katlanırsınız, her acıya, her ayrılık endişesine…
O da tıpkı anneniz gibi yapar, babanız gibi davranır… Onaylamış gibi görünür, ama istediğiniz gibi onaylamaz. Seviyor gibi yapar, ama bu beklediğiniz o sevgi değildir. Önce yüceltir, ama hiç beklemediğiniz bir anda küçümsemeye başlar… Hem de kalbinizin en savunmasız anında… Söylediğiniz ya da yazdığınız birşeyi ilgiliymiş gibi dinler, ama içten içe ilgisizliğini hissedersiniz… Bir başarınızı anlatırken anlarsınız ki, o sırada aklından günlük, sıradan sorunlar geçer… Önce öper, ama hiç ummadığınız bir anda öptüğü yerden sizi kanatmaya başlar… Sonra kanattığı yerleri yeniden öpmeye çalışır, acınızı dindirmek için… İşte böyle anlarda ona hiç olmadığı kadar bağlanırsınız. Böyle anlarda sizi hiç beklemediğiniz zamanlarda kanattığı için bile ona minnet duymaya başlarsınız. Ne yaparsa yapsın, ne dersen desin, ne kadar incitirse incitsin, ama sonra gelip kanattığı yerleri öpsün, yeter ki neden olduğu acımı dindirsin, dersiniz…
Onun durmadan değişen yüzlerine, duygularına göre yaşamaya başlarsınız… Sizi incitip kanattıktan sonraki sarılmasına… Ansızın niye ve neden olduğunu bilemediğiniz öfkelenmesinden sonraki gülümseyişine… O dünyanızı karartan küçümsemesinden sonra size yıllar sonra güneşin doğuşu gibi gelen ilgi ve hayranlığa göre yaşamaya başlarsınız.. Artık ondan gelecek her şeye razı olursunuz. Bu yoğunluğun adı köleliktir. Gönüllü kölelik.
Peki, neden bir başkasına değil de ona karşı duyarsınız bu yoğunluğu, bu gönüllü köleliği… Neden başkaları sizin o süslü ve gösterişli benliklerinize hayranlıkla inanmış, sizi size doğrulamıştır da, neden onun aynasında seyrettiğiniz yüzünüz böyle paramparça, böyle yangınlar içindedir… Neden başkaları değil de o gelip dokunmuştur yıllardır herkesten sakladığınız o yaralı benliğinize… İşte bu çoğu kez derin bir sırdır. Çok zordur bu muammayı çözmek… Yüzü, yüzündeki garip bir ışık… Bakışlarındaki eski bir esrar… Hangisinde, hangisinde saklıdır o size bile bir sır olan teslimiyetiniz, bilemezsiniz…
Karanlık bir ormandır insan. Ürkütücü ve çözülmez görünür… Uzaklardan gelen bir ışık gelir, bu ormanın içindeki inleyen bir hayvanın gözlerindeki acıyı parlatır. Bu kısacık parlayış anında ayakları kırılmış bir atın gözlerindeki derin acı sezilir. Atın acıyla inip kalkıyordur göğsü… O koca ormanın içinde bir başınadır… Sonra ışık kaybolur gider. Ama artık koca ormandan geriye o ayakları kırık atın gözleri kalır sadece aklınızda… Acıyla inip kalkan göğsü kalır… Sanki bütün o karanlık ormanın ruhu ayakları kırık atın acıyla bakan gözlerine doğru akıp durur… İşte o karanlıktan gözlere doğru akan yoğunluk aşkın ta kendisidir. Orman ne kadar karanlıksa bu akış o kadar hızlı olur…
Yani siz ne kadar karanlıkta kalmışsanız, o karanlıktan gözlerinize doğru akan yoğunluk o kadar acı ve o kadar güçlüdür…
İçinizdeki karanlık ormandan gözlerinize doğru akan bu yoğunluğun adı aşktır… Artık gözleriniz bir köle gibi bakmaya başlar… Bir efendiniz vardır artık, nereye baksanız onu görürsünüz… Gördüğünüz herşey ondan bir iz, bir soluk taşır.
O herkesten gizlediğiniz yaralı benliğiniz zincirlerinden kopmuş, sahip olduğunuz herşeyi ezip geçmiş, gelip gözlerinizi kaplamıştır… Gördüğünüz, dokunduğunuz, baktığınız herşeye o yaralı benliğinizin gözleriyle bakmaya, onun gözleriyle görmeye başlamışsınızdır… Dünya o yaralı benliğinizden ibarettir artık…
O güne dek bildiğiniz herşeyi unutmuşsuzdur… Yaşadığınız bu yoğunluk o güne dek taşıdığınız değerleri, inatla savunduğunuz doğruları bir anda unutturmuştur size…
Sahi, siz daha önce kim ve nasıl biriydiniz… Unutmuşsunuzdur…
Başkalarının görmediği, görüp de anlamadığı şeyleri görür ve hissedersiniz de, sizi asıl ilgilendiren, ilgilendirmesi gereken şeyleri bir türlü görüp hissedemezsiniz… Kimdir, aslında ne düşünür sizi bu hale sokan sevgili… Gerçekte sizin için ne düşünmektedir… Hayatla ve kendiyle ilgili ne hesapları, nasıl kaygıları vardır… Sizin sevginiz ona ne kadar geçmektedir… Sevginizin ondaki yansımaları nelerdir… Bunları bilmezsiniz de, dokunduğunuz ve gördüğünüz herşeyde onu hissettiğinizi, gördüğünüzü bilirsiniz…
Çünkü sizin için dünya odur… Ama onun dünyası bu dünyanın neresindedir, işte bunları asla bilemezsiniz… Siz hiçbir eve, hiçbir odaya, hiçbir yere sığmazsınız, ama onun kaç evi, kaç odası, sığınıp gizlendiği kaç yeri vardır, bilemezsiniz.
O sizi onaylayıp beğensin, hep yanınızda olsun ve hep sevsin diye ona içinizden geçen herşeyi eksiksiz anlatırsınız da, o size sizinle ve kendiyle ilgili düşündüklerini ne kadar anlatır, işte bunu asla bilemezsiniz…
Sizin onu sevdiğinizi herkes, bütün dünya bilsin istersiniz, onun sizi sevdiğinizi, o da seviyorsa nerede, hangi odada, kime ve ne şekilde söylediğini asla bilemezsiniz…
İşte bu eşitsiz bir ilişkidir… Siz köle, o efendidir… O sizin dünyanıza istediği an girebilir, ama siz onun dünyasına giremezsiniz… Sizin için onu sevdiğiniz dünya bir bütündür, ama onun dünyası evlere, odalara, gizlere, bilinmeyen yerlere bölünmüştür… Siz onu dünyanızda ararken, o kimbilir hangi evde, hangi odada, sizin hakkınızda kime ne söylemektedir ya da ne söylememektedir, işte bunu asla bilemezsiniz…
Siz onu öyle çok sevmişsinizdir ki, işte en çok bu yüzden onun sadece bir yönünü görürsünüz… Çünkü sevginiz o güne dek hayatın görünmeyen yanları hakkında olan bütün bilgilerinizi unutturmuştur size… Onu artık bu bilgilerle, bir zamanlar savunduğunuz değerler ve doğrularla değil, onu artık bu yaralı benliğinizle görürsünüz. Bu yüzden siz ne kadar haklı olsanız da, durmadan ona karşı suçlu ve ezik hissedersiniz kendinizi… Ne kadar büyükse onun boşluğu sevginiz o kadar eksiktir… Büyüdükçe onun boşluğu siz bu yüzden o kadar çok pişmanlık biriktirirsiniz, keşke onu daha çok sevseydim, diye…
Aslında kendisine güvenli bir kıyı arayan odur, ama siz onu böyle görmek istemediğiniz için onun için okyanuslara hep geç kaldığınızı hissedersiniz… Bu suçu, bu pişmanlığı, bu gecikmişliği sorgulatmak, biraz olsun temize çıkmak için bir mahkeme ararsanız, ama kimse böyle bir mahkemenin yerini bilmiyordur…
Siz onun için neleri göze aldıysanız ve alacaksanız, onun da sizin için aynı şeyleri göze aldığını ve alacağını hissedersiniz… Oysa o sizin sandığınızdan çok ayrı biridir. Bildiğiniz o yönünden başka bilmediğiniz birçok yönü, birçok yüzü, birçok odası vardır…
Sizin sevdiğiniz yanından başka bilmediğiniz ve bu sızılar içinde asla bilemeyeceğiniz yerleri vardır onun… Tamamen körleşmemek onu bütünüyle görmek için alttan alta bunu hissedersiniz de bu boşluğun adını tam olarak koyamazsınız… Bu boşluk onun gerçekliğidir… Ayaklarının yere bastığıdır; sizin gibi bu hayatın kurallarından hiç kopmayıp, aksine ona sımsıkı sarıldığıdır… Size istediklerinizi ancak hayatın bütün o bağlarından, bütün bu parçalanmışlığından, parasal ve gelecekle ilgili korkularından kurtulmuş biri verebilir, ama öyle biri değildir ki; işte bu yüzden onun sarıldığı yerlerden sizin o büyük yanılgınız başlar…
Aslında siz bir anlam, bir yüz, bir ışık, bir ruh diye bir boşluğu seviyorsunuzdur… Dopdolu diye sarıldığınız…
Kurtuluşum, diye sarıldığınız onun ardına gizlendiği, sizin hiç bilmediğiniz ve belki de hiç bilemeyeceğiniz boşluğudur.
Karanlık ormanınızdan gözlerinize, gözlerinizden dünyaya doğru akan o yoğunluk işte bu boşluğa doğru akmaktadır… Aşkınız işte sınırları bilinmeyen bu boşluğun çekimine kapılmıştır… Acınız, içinizdeki sızıların derinliği, üzerinden koştuğunuz uçurumlarınız bu boşluğun çekimiyle daha çok büyür… Sizi o yaralı benliğiniz körleştirmiştir, bu yüzden düştüğünüz yerleri göremezsiniz… Siz o diye onun bir yanını görürsünüz, ama o sizin için ayırdığı odalardan birinden sizi seyretmekte ve oradan sizi bütün yönlerinizle görmektedir… Sadece sizin için ayırdığı o odada bu halinize üzülmekte, belki de sizi özlemekte ve bu aşk için acı çekmektedir…
Ama bir diğer odasına geçtiğinde orada bir başkasıyla sizin hiç bilmediğiniz yönüyle, bu hayatta ayakta nasıl kalırım, nasıl acı çekmeden, nasıl üzülüp incinmeden yaşarımın hesabını yapmaktadır…
Siz onu bütünüyle bildiğinizi zannederseniz, ama sizin hiç bilmediğiniz yönlerinden biriyle parasal bir sırrı konuşmaktadır bir başkasıyla…
O da sizin gibi herşeyini, bütün suçlarını, bütün itiraflarını bildiğini, ama ona ne kadar güvence vereceğini, ona ne kadar güven ve rahatlık sağlayacağını bilemediği bir başkasından parasını nereye gömdüğünü öğrenmeye çalışmaktadır.
O nerede kime ne söylerse söylesin, o hangi odada hangi parasal sırların hesabını yaparsa yapsın, o hangi evde bilmediğiniz hangi yönünü yaşarsa yaşasın, sizin ona duyduğunuz aşkı asla eksiltmez bu… Aksine onu hiç tanıyamadıkça ona duyduğunuz aşk daha da artar… Sizin için her geçen gün dayanılmaz bir hale gelen çekiciliği onun birtürlü göremediğiniz o büyük boşluğuyla daha bir artar…
Karanlık ormanınızdan gözlerinize, gözlerinizden dünyaya ve oradan sevdiğiniz insanın boşluklarına doğru akan yaralı benliğiniz bir önceki günden daha büyük bir sızıyla kaplanır.
Öyle bir sızıdır ki bu, kendi boşluğunda öylesine büyüyen bir sevgidir ki, karşınızdaki eğer böyle bir sevgiyle dolu değilse bir süre sonra geri çekilir… Geri çekilirken bir odalık bile olsa size duyduğu sevgiyi fazla acı çekmemek için anında zehirleyip geri çekilir…
Ve birgün gelir size ayırdığı o tek bir odanın bile ışıklarını söndürüp, kapılarını kapatıp; çekip gider ve sizi aşkınıza terk eder…
Sizi artık ilgisiz de olsa dinleyen o yoktur…
Artık sizi önemsiyor görünüp de aslında önemsemeyen, yanındayım, dediği halde aslında çok uzakta olan biri bile yoktur… Önce öpen, sonra öptüğü yerleri kanatan, ardından kanattığı yerleri çok acımasın diye öpmeye çalışan o yoktur yanınızda…
Sevdikçe sizi bir o kadar çok yaralayan o bile yoktur artık.
İşte o zaman sevgili diye, dünya diye, hayat diye baktığınız her boşluğu artık sadece sizin o yaralı benliğiniz doldurur…
Artık nereye, hangi kalabalık şehre gitseniz bile peşinizden o ıssız,
o karanlık ormanınızı birlikte götürürsünüz… Nereye gitseniz kendinizi orada kaybolmuş hissedersiniz…
Yollarda kime rastlasanız, çıkartıp onun fotoğrafını gösterirsiniz… Bu insanı tanıyor musunuz, buralardan geçti mi, onu gördünüz mü, diye sorarsınız…
Bunları da Okuyun
Ayrı Odalar…. Şiiri – Cezmi Ersöz
By Cezmi Ersöz