ben durgun ruhları taşıyamadım
anlatamadım vaktin dolduğunu
bulutu unutulmuş bir gökle sırdaş olup
anlatamadım suların kabardığını, fırtınanın taştığını
toprağın kıvrıldığını, çatladığını taşların
her gece paylaşılan bir yüzden
sarardığını uykularımın
binlerce kez yanılmanın yorgunluğu
artık sönmüş bir fenerden
sislerden, peşpeşe yükselen bir kentlerden
kentlerin kemirilen evlerinden
bir yabancının ruhunu alkışlayıp
okşayarak, akarsu havuzlarına
karlı yamaçlara, sarnıçlara
yeniden parıldayacak bir hayatın ateşini yakmaya yetmiyordu
yetmiyordu bir gün bir falcıyı kandırmanın kurnazlığına
ama sen, ilk kez bulmanın sarhoşluğu
taşkın bir hayatın
ürkek ve zamansız yolculuğu
o kadar uzak
ve o kadar korkulu mutluluğu
evet, taşıyamadım durgun ruhları
taşıyamazdım
tanıyamadım bir böceğe yaslı adımları yankılayan kapıları
(adım ve kapı ve yankı bendim gerçi)
filiz süren, kabuk değiştiren
yenilenen her ağaca yanaşamadım,
beni bilen bir bakıcı çıksa
bir sahtekar tutup yaşadığımı haykırsa
ortaya konsa benden artan bana
şaşırmazdım, hatırlanmaz aldanmazdım
bütün sözlerin yanılacağını
hangi yöne sapılsa
ölüm figürlerinden kurulu yapılar karşısında susulacağını
…………
zamansız bir kuşkuya düştüm ben
aldandım pencereye vuran gürültülerde
aklım karıştı, rehber olamadım örümceklere
bir ejder ritmi kolladım hep sana ulaşan kıyılarda
anla, kendime kurulan bir tuzağım ben
yetişemem taş kemerleri aşan yorgancıya
silemem, gözümden gitmez o dağın yolculukları
her sabah önüme düşen bir hayalin simsiyah olmuş kurumları
işte yalnız sana söylenen bir sözüm ben
bak, günlerdir güneşi utandıran bir yangınla örtülü içim dışım
ah, çıkar artık geceyi beni ayıltan ağzından
geçeyim toz zerreleri
altında mantar kokulu ülkenden
ah, yalnız sana söylenmiş bir sözdüm ben…….