«Bir ömürdür içiyorsun, bırak artık şunu! » der;
Derviş Ahmed bu hidâyetle hemen tövbe eder.
Ama bir tövbe ki: Binlikleri çarpar duvara;
Tas, çanak, testi, perîşan, serilir tahtalara.
Rakı tûfânı, su girdâbı alırken odayı;
Anaforlarla dönerken mezeler fırdolayı;
Bir kerâmetle dedem postu oturtup sedire,
Oradan, mest-i zafer, bakmaya başlar seyire.
Başlar amma, pek uzun boylu seyirden bıkılır…
Derviş Ahmed de bizim, öğleye varmaz, sıkılır.
Kalkar, olmaz, yatar, olmaz, döner, olmaz dediği;
Neyle doldursa o bir türlü kapanmaz gediği?
Zikreder, vahdete girsem diye zorlar, giremez;
Hû çeker, sîne döver, hiçbiri eğlendiremez.
Sâ’atin ömrü soluktan da kısayken, hani, dün,
O, ne yıllar devirir, sâniye geçtikçe bugün!
Devrilen devriledursun, dedem «illâllah! » der;
Camı sarsar, damı sarsar, tepinirken ter ter!
Bu kadar velvele oynatsa yerinden ya biraz,
Ne harun şey ki «zaman» hiç yürümez, hiç tınmaz!
Derviş Ahmed, bu sefer, «ben yürürüm! » der mi sana!
«Aman Ahmed’im, bana baksana!
Bozacak mısın yine tövbeni?
Kıracak mısın yeniden beni?
Sakın Ahmed’im, gideyim deme.»
Cezbe kuvvetlice gelmiş ki dışardan dedeme,
Bu, içinden kabaran sesle hiç irkilmeyerek,
Hak erenler yola bir düşme düşer: Yelyepelek!
«Derviş Ahmed! Gidiyorsun ya, sakın sapma sola!
İşte bak, dirseğe geldin, göreyim şimdi: Mola!
Bu gidiş hayır değil Ahmed’im,
Dayan Ahmed’im, dikil Ahmed’im!
Aman Ahmed’im, göreyim seni,
Dayan Ahmed’im, göreyim seni! »
Lâkin aldırmıyor Ahmed, cereyanlar müdhiş;
Karnı irkilse, bacaklar gidecek, hem ne gidiş!
«Ne o? Meyhâneye geldin mi? Sakın girme, dayan!
Aman Ahmed’im, sonu pek yaman!
Kuzum Ahmed’im, gireyim deme!
Mola istemem, vereyim deme!
Asıl Ahmed’im, kasıl Ahmed’im!
Bu geçit belâ, asıl Ahmed’im!
O ne batmalar, ne boğulmalar! »
Asılır, boş, kasılır, boş, dedem en sonra dalar.
«Bâri meyhâneye düştün, be mübârek derviş,
İçmeden geç ki desinler: Dede Sultan ermiş!
Hadi Ahmed, hadi yavrum, hadi son bir gayret! …»
…………………………………………………………………..
«Lâkin Ahmed, bu ne gayret, ne tahammül, hayret!
Sen kurul lök gibi meyhâneye, ser postu, otur;
Yan, tutuş, sonra dayan: Dağ gibi dur, taş gibi dur!
Dağ demiş, taş demişim, doğru mu lâkin? Ne gezer!
Onu bir zelzele sarsar, bunu bir dalga ezer.
Seni kaç zelzeledir yokladı hiç sarsamadan;
Koca arslan, hani, övmüş de yaratmış yaradan!
Öyle bir tövbe geçirdin ki, hakîkat, değdi;
Az belâ mıydı, seher vakti, o tûfan neydi?
Çiğnedin dalgayı, girdâbı çıkardın daraya;
Postu Cûdî’ye yanaştırdın, atıldın karaya.
Sallamış tekmeyi bir mülke, diyorlar, Edhem;
Yumruk atmış mı yarım binliğe? Hiç zannetmem!
Hak erenler, iyi bak kendine, mikdârını bil:
Sendedir nüsha-i kübrâ, okumuşlarda değil!
Sen ne cevhersin, a devletli, ne cansın, bilsen!
Aba altındaki sultanlara sultansın sen.
Sen ki Kevser dağıtan Haydar’a kulsun ancak,
Sana ısmarlamayan, kimlere ısmarlayacak? ….
………………………………………………………………
Hadi evlâd, Dede Sultan ne içer, bir sor ki…
Doldurun dervişe benden iki binlik, Yorgi!
Hilvan, 1 Eylül 1346 (1930)