Dönen muhît-i nigâhımda yâl ü bâlindir,
Bütün hayâlim o fevka’l-hayâl hâlindir.
Zalâm-ı hayrete düşmüş, batar çıkarken ümid,
Önünde rehber olan meş’alem hayâlindir.
Semâ-güzîn olarak gittin ey İlâhî nûr,
Peyinde şimdi ufuktan geçen zılâlindir.
Bu kâinât senin hâtıranla hep lebrîz:
Zemin, zaman bana yâd-âver-i cemâlindir.
Bütün cihâtta akseyleyen hemâlindir,
Esîr, sanki bir âyîne-i celâlindir!
Nücûm-i lâmia-zâ bârikàt-ı irfânın,
Leyâl, ihâta-i eşyâdaki kemâlindir.
Seher o nâsiyeden bir nişân-ı feyzâ-feyz,
Şafakta dalgalanan renk reng-i âlindir.
Ulüvv-i kâ’bını tasvîr eder nigâhımda
Semâ olanca vuzûhuyle bir misâlindir.
Cibâl, heykel-i sâhib-vakàr-ı azmindir,
Suhûr, hıffete düşman olan hısâlindir.
Bulut yemîn-i leâlî-nisâr-ı cûdundur,
Güneş müfekkire-i herdem-iştiâlindir.
Tulû’, levha-i rengîn-i ibtisâmındır,
Gurûb, safha-i gamkîn-i infiâlindir.
Havâda mevcelenir sânihât-ı kudsiyyen,
Riyâh, rûhumu pür-cûş eden mekàlindir.
Çemende cilveler eyler bahâr-ı dîdârın,
Sabâ nüvîd-i ümîd-âver-i visâlindir.
Şitâ, peyinde hurûşan kıyâmet-i kübrâ,
Rebî’, hâtıra-i şi’r-i lâ-yezâlindir.
Hülâsa, nazra-i im’ânımın önünde cihan
Senin sahîfe-i zâtın, senin meâlindir.
Senin hayâl-i sabîhin -ki bir zaman ey yâr,
Edince leyle-i rûhumda bin emel bîdâr;
Kıyâs ederdim açılmış sabâh-ı istikbâl-
Bugün bulutların altında eylemekte karâr!
Garîb, şâm-ı garîban kadar hazîn oluyor,
Nigâh-ı rikkatimin karşısında fecr-i bahâr.
Birer bürehne kadîd-i mehîbi andırıyor
Hayât hulle-i sebzinde cilveger eşcâr.
Bütün bu sâha-i hadrâ, bu nev-demîde çemen
Yeşil bir örtünün altında bir amîk mezâr!
Sımâh-ı cânıma bin uhrevî sadâ geliyor
Neşîdeler okuyorken gusûn-i terde hezâr.
Temevvüc eyleyerek gözlerinde jale-i nûr
Şükûfe-zârda gûyâ ki ağlıyor ezhâr.
Senin sahîfe-i zâtın, senin meâlin iken
Bütün cihân-ı bedâyi’de müncelî âsâr,
Samîm-i rûhumu pür-cûş ü bî-karâr ediyor
Bugün o sîne-i hilkatte inleyen eş’âr!
Muhît şimdi şebistân-ı iğtirâbındır:
Bugün uyanmıyor artık o nâzenîn eshâr!
Sen ey semâları işràk eden ziyâ-yı ezel,
Bu hâkdânı bıraktın peyinde zulmet-zâr!
Gerildi bir ebedî perde beynimizde, senin
Açıldı pîş-i celâlinde âlem-i dîdâr.
Cihan cihan dolaşırsın fezâ-yı lâhûtu,
Nasıl ki yâd-ı hazînin gezer diyar diyar!
Hayât varsa senin sermedî hayâtındır,
Azâb, yoksa, bu fânî hayât-ı velveledâr.
Sükûnu nerde bulur âh kalb-i mehcûrum?
Derûn-i sînede bin herc ü merc-i dâim var!
Demek, görünmeyeceksin ilel-ebed bana sen,
Demek, uzaktasın ey yâr-ı mihriban benden!
Hayâta sen beni rabteylemiş iken, şimdi
Aceb nasıl yaşarım söyle âh sensiz ben?
«Günün birinde gelirsin de eski âlemler
Devâm eder yine birlikte öyle şâtır, şen…
Bu gîrûdâr-ı maîşetten el çeker, ararız
Seninle sîne-i uzlette gizli bir me’men…
Karışmayız şu cihânın nebûd ü bûduna hiç,
Nasıl ki bunca zamandır karışmadık zâten!
Uzakta aksede dursun o hây ü hûy-i mehîb…
Sükûn içinde biz ey dost, yek-revan, yek-ten,
Devâm eder gideriz her zamanki âhenge,
Döner muhîtimiz üstünde hep senin nağmen…
Beyân-ı ukde-güdâzınla mübhemât-ı şu’ûn
Yavaş yavaş açılıp bir vuzûh olur rûşen.
Verâ-yı perde-i kudrette gizlenen râzın
Önünde feyz-i beyânın açar da bin revzen,
İyân olur o zaman karşımızda âlem-i rûh,
Düşüp gider gözümüzden bütün kuyûd-i beden!
Birer terâne-i ilhâm olan neşâidini
Kemâl-i vecd ile tekrâr dinlerim…» derken,
Bugün emellerimin hepsi ser-nigûn oldu…
Meğerse olmayacakmış ne bir gelen, ne giden!
Meğer açılmayacakmış müebbeden artık
O perde perde hakàik, o ukdeler, o dehen!
Yazık ki yükselerek matla’ında etti karar
O lem’a lem’a sünûhat… Hem de pek erken!
Niçin gurûb ediverdin sen ey sitâre-i Şark,
Henüz kemâlini derk etmeden zavallı vatan?
Şu son zamanda zıyâ’ın kadar zıyâ’-ı elîm
İsâbet etmedi âfâk-ı Şark’a, İbrâhîm!
Eğerçi milletin ümmîd-gâh-ı ikbâli
Olan beş on büyük âdem, beş on vücûd-i kerîm
Birer birer heder olmuştu senden evvelce…
Senin peyinde fakat kaldı bin ümîd-i akîm!
Yarım asırda uyanmış çerâğ-ı feyze bakın:
Bir anda oldu sönüp perde-pûş-i hâk-i remîm!
Tasavvur eyleyemezdim ki ansızın dursun
Felâh-ı ümmet için çarpınan o kalb-i rahîm;
Tahayyül eyleyemezdim ki seyrden kalsın
Muhît-i Şark’ta cevlân eden o fikr-i hakîm.
Ridâ-yı hâke büründün sen ey sirâc-ı edeb,
Fakat o lem’a ki yâdımdadır… Zevâli adîm,
Durup mezârının üstünde ağladıkça sehâb;
Gelip başında enîn eyledikçe rûh-i nesîm;
İnip melâik-i rahmet cihân-ı bâlâdan,
Harîm-i kabrine ettikçe her zaman ta’zîm;
Bahâr vakti çiçeklerde yâd-ı enfâsın
Meşâm-ı câna duyurdukça bin lâtîf şemîm;
Döner hayâlimin en muhterem harîminde
Senin o tayf-ı lâtîfin ey âşinâ-yı kadîm!
Musâb olan yalınız âilen midir? Heyhât,
Bıraktın arkada binlerce hânümânı yetîm.
Olurdu dest-i tesellî-medâr-ı lûtfunla
Sirişk içinde yüzen çehreler bir anda besîm;
Ederdi cûd-i merâhim-nümûd-i feyyâzın
Hazâin olsa bütün ehl-i fâkaya taksîm.
O bir cihân-ı fezâildi, mahvolup gitti…
Nedir? Niçindir İlâhî bu inkılâb-ı azîm?
Ey yâd-ı güzîn-i ihtirâmı,
Rûhumda hayâtının devâmı;
Ey lem’a-i feyzinin tamâmı,
Subh-i ezelînin ihtişâmı;
Âmâline dar gelince nâsût,
İkbâline sîne açtı lâhût.
Bakmaz da bu dâr-ı ibtilâya,
Rûhun can atardı i’tilâya;
En sonra o nûr-i arş-pâye
Yükseldi civâr-ı Kibriyâ’ya…
Dem şimdi dem-i saâdetindir:
Ervâh, nedîm-i hazretindir.
Tevfîk olarak yolunda hem-râh,
Aştın şu fezâ-yı târı nâgâh;
Tâ fecr-i bekàda oldun âgâh…
Hâlâ gidiyorsun Allah Allah!
Pervâzına yok mudur tenâhî?
Ey tâir-i gülşen-i İlâhî!
Her gül dibi medfen-i hayâlin,
Her gonca kitâbe-i kemâlin;
Her yerde nihân olan cemâlin,
Her yerde iyân olan meâlin;
Bir yerde görünmüyorsun amma;
Her yerde bedâyi’in hüveydâ!
Ey sen ki harîm-i Hakk’a mahrem
Oldun da yabancın oldu âlem;
Yâd eyleyecek misin ki bilmem?
Dünyâ denilen bu sicn-i mâtem
Hâlâ bana dâr-ı imtihandır…
Kurtulmadım işte an bu andır!
Ey yâr-i azîz-i gam-küsârım,
Mahvoldu Hudâ bilir karârım,
Sarsıldı olanca ıstıbârım;
Bî-zâr peyinde rûh-i zârım!
Gittin, beni kimsesiz bıraktın,
Yaktın beni hasretinle yaktın!
(İbrâhim Bey merhum ki tabâbet-i baytariye ulemâsındandır, hâk-i pâk-i Şark’ın yetiştirdiği nevâdir-i irfân ü fazîletin biridir. Merhumu yakından tanı- yanlar dört sene evvelki fecîa-i irtihâlinin millet için ne elîm bir zıyâ’, hükûmet için ne azîm bir hacâlet olduğunu teslimde tereddüt etmezler. Şark’ın, Garb’ın bedâyi’-i ilm ü fennini toplayıp hâfızasına doldurmuş; mahfûzâtını muhâke- mâtıyle, meşhûdâtıyle şâyân-ı hayret bir sûrette tevsî’ etmiş; Şark’ın her tarafı- nı defeât ile dolaşmış; Garb’ın en medenî memâlikini görmüş gezmiş; elsine-i Şarkıyeyi edebiyâtıyle bilir; Fransız, Rus lisanlarını hakkıyle öğrenmiş olan bu büyük adam fıtraten mahviyyete âşık, iştihâra düşman olmasaydı, emînim ki, hükûmet-i sâbıkanın o sâbıkalı ricâli yüzünden gurebâ hastahânelerinde ölen, öyle bir hakîm-i zû-fünûnu tanımak için kàriîn-i kirâm benim gibi bir âcizin delâletine müftekır kalmazdı!)