Tutun da zerrelerinden, çıkın sehabiyye
Denen yığın yığın eşbah-i as-ümaniye;
Hülasa, alem-i imkanı devredin; o zaman
Şühuda bağlı bir imanla hükmeder vicdan:
Ki hilkatin ne kadar şekli varsa: Ulvisi,
Kesifi, müdriki, uzvisi, gayr-ı uzvisi,
Kemal-i şevk ile mahkum u aynı kaanünun
Bütün şu’ün-i avalim tecelliyatı onun.
Nedir ki etmededir fıtratın bu kaanünu,
Fezayı, gökleri, deryayı, deşti, hamünu,
-Adımlarında zekadan seri’ olup hatta –
Esiri kaplıyacak füshatiyle istila?
Evet, soruldu mu idrake ansızın bu sual,
Lisan-ı hali şu düsturu haykırır derhal:
Bekaayı hak tanıyan sa’yi bir vazife bilir;
Çalış çalış ki bekaa sa’y olursa hakkedilir.
Konulsa rahle-i tedkike hangi bir mevcud;
Olur tekasüfü bir sa’y-i daimin meşhud.
Ademle karşılaşan zıd vücud olur, demeyin;
Onun mukaabil olan kutbu sa’ydir. Sa’yin
Gezip dolaştığı ıssız, çorak feza-yı adem;
Bakarsınız ki: Çıkarmış Vücuda bir alem.
Tevakkuf ettiği hesti-seray-ı dura-dur,
Görürsünüz ki: Ademdir Ne bir ziya, ne de nur?
Kulak verin de neler söylüyor bakın idrak:
Bu, lücce lücce tekasüf, bu sa’y-i dehşet-nak,
Beliğ sa’yidir umman-ı kudretin, ezeli;
Huruş-i feyz-i ezel her kutayresinde celi.
Mükevvenatı ezelden halas edip ebede
Sürükleyen; onu hayret-feza hüviyyette
Tekallübat ile bir müntehaya doğru süren;
Hem istikaameti daim o müntehaya veren,
İrade hep ezeli sa’yidir, bakılsa, onun;
Kimin? O kudret-i mahzın, o sırr-ı meknunun!
Ne dinlenir, ne de atıl kalır, velev bir an,
Şu’un-i hilkati teksif edip yaratmaktan.
Tasavvur eyliyelim şimdi başka bir kudret,
Ki hep kuvayı doğurmuş, esası madde Evet!
Nedir bu? Başka değil, aynı cilvenin işidir;
Bütün ezeldeki sa’yin tekasüf etmişidir.
Şu madde yok mu ki almakta birçok eşkali,
Onun da varmadadır sa’ye asl-ı seyyali.
Neden mi? Çünkü bütün kudretin tekasüfüdür.
Zaman da sa’ye çıkar: Çünkü hep onunla yürür.
Mekan da sa’ye varır: Sa’yi sıfra indiriniz,
Mekan tasavvur edilmez, muhal olur hayyiz.
Ulum-i şahikadan fışkıran sütün-i ziya
Dayandı göklere; lakin yetişmiyor hala,
Bülend nüsha-i icadın ilk sahifesine.
Bu ilk sahife müebbed zalam içinde yine!
Görünmüyor ki, okunsun sevad-name-i gayb;
Yakine sed çekiyor her satırda yüz bin reyb.
Ziyaya doğru yüzüp gitmek istedikçe hayal
Sürüklüyor onu girdaba dalga dalga ley al!
Meal-i hilkate imkanı yok yetişmemizin;
Fakat, o nüsha-i tekvin-i hayret-engizin
Başında pek iri bir hatla parlıyor, yalnız
Şu cümleler ki, eğer görmemişseniz, alınız:
Bekaayı hak tanıyan sa’yi bir vazife bilir;
Çalış çalış ki bekaa sa’y olursa hakkedilir.
Kamer çalışmadadır, gökle yer çalışmadadır;
Güneş çalışmada, seyyareler çalışmadadır.
Didinmeden geri durmaz nücum-i gisu-dar;
Bütün alın teridir durmayıp yağan envar!
Yabancı sanmayınız seyredip de ecramı
Bir eski ailedir, gökyüzünde aramı.
Şu var ki, merkezi ta asüman da olsa bile,
Gelip gelip bizi besler kemal-i minnetle.
Fakat bu aile hiç benzemez bizimkilere;
Bozuşmamış onun efradı belki bir kerre.
Lisan-ı hal-i tabiat, lisandır onlara da,
Bir ihtisas teatisidir dönen arada.
Bir ihtisas ki pek incedir Fakat keskin
Ne hasbihal-i semavi! Nasıl belağ-i mübin!
Görün şu aile efradının sevişmesini:
Küçük, büyüklerinin ruhu, kurretü’1-ayni;
Büyük, küçükler için dayedir, mürebbidir
Gider, haya,tını tanzim eder, görür gözetir:
Güneş, ki ailenin mihriban reisi odur.
Serir-i muhteşeminden süzüp fezayı vakuur
Nazarlarıyle arar her tarafta mevkibini;
Nasıl ararsa bir avare yar-ı gaibini.
Bulunca hepsini artık o nazenin sine,
Alır birer birer aguş-i har-ı şefkatine.
Bu hanümanı tutan hep onun himayesidir;
Üzerlerinde gezen saye kendi sayesidir.
O sayedir ki: Yayıldıkça nuru eb’ada,
Hayat ışıkları başlar saray-ı minada.
Evet, bu aile efradı durmuyor El ele
Verip, ezelde çizilmiş bir istikaametle,
Kemal-i mümkini idrake doğru hep koşuyor;
Fezada füshati gördükçe büsbütün coşuyor!
Bu azm-i kaahiri nevmid eder mi bir hail?
Yolun uzunluğu zira, vazifesinde değil!
Ne ıttrrad-ı müebbed! Ne muntazam hareket!
Ya ellerindeki bernamec, etseniz dikkat,
Bir incelikle mesaiyi münkasimdir ki:
Ne inceliktir o, kaabil değildir idraki.
Görülmüyor birinin istirahat eylediği
Onun tevakkufu, zira, bütün bir aileyi
Dakikasında perişan eder, ezer, bitirir.
Demek ki: İstese bir zerre bin cihan devirir!
Fakat o zerre için nerdedir atalete meyl?
Bakın durur mu Süreyya, bakın durur mu Süheyl?
Görüp Süheyl’im Şi’ra da her zaman çalışır;
Bakar uzaktaki Ayyuk’a, Ferkadan çalışır.
Kararı yok hele Ramih’le A’zel’in bir an.
Hülasa, his ile yahud nazarla farkolunan
Nücum-i na-mütenahi bütün çalışmakta
Sükun tasavvuru kaabil mi bu’d-i mutlakta?
Bu mevkibin, gece gündüz koşan bu kaafilenin
Mürettebatı, birer saltanatlı ailenin
Beis-i daimidir; vakıa bu aileler
Görünmüyor bütün eb’adı yoklasak yer yer;
“Fakat delalet-i nüruyle gezseniz ilmin,
Vücudu anlaşılır her adımda bin necmin.
Bu ailat-ı semaviyye ittihad ederek,
Doğar ki sine-i minada bir kabile, gerek
Serir-i şanı, gerek zatı daima mestur
Kalan reisine münkaad olup, sürekli, vakuur,
Fakat sevimli bir aheng-i tam-ı vahdetle,
Çalışmadan geri durmaz o muhteşem kütle.
Bu kütle işte bizim kainatımızdır ki:
– Kuşatmasıyle beraber nazarda eflaki-
Hududu çevriliyor kehkeşan nitakıyle.
Geçin nücumu Sehabiyyeler de, hakkıyle
Tekamül etmek için uğraşır, döner, didinir,
Birer kabile, birer kainat-ı vasi’dir.
Bu kainat-ı semaviyyenin -ki bir takımı
Deminki aile şeklindedir- kalan kısmı,
Henüz meşime-i hilkatte saklı efrada
Hayat vermek için muttasıl çalışmakta.
Nedir ki saha-i kudret denen bu zıll-i medid?
Ziya adımları hatta mesahadan nevmid!
Nedir nizam-ı mesai bu küll-i sa’ide?
Nedir ki sevk ediyor hiç dağıtmadan ebede?
Bu bi-nihaye avalim idaresiz yürümez
Fakat idare için hangi noktadır merkez?
Nedir ki mevki’i, eb’ada sığmıyan bu yığın
İçinde, şimdi bizim kendi kainatımızın?
Harim-i hikmet-i eşyaya hiç sokulmamalı:
O bir cihan-ı muamma ki büsbütün kapalı!
Bilir misin, ne kadar hiç imişsin ey idrak!
Bu ukdeler edecek miydi böyle sineni çak?
Ya sen, ne aciz imişsin zavallı akl-ı beşer!
Mücaheden çıkacak mıydı bi’n-netice heder?
Evet, avalimi, hiç şüphe yok ki, bir kaanun
İdare etmede Lakin nedir onun?
Cihan şu gördüğümüz kütleden ibaret mi?
Bütün avalim-i meşhude, yoksa, hiç ismi
Bilinmeyen, sayısız, kainat-ı uhranın
Kemine cüz’ü müdür? Maverası ekvanın,
Adem değilse, nasıldır, nedir Vücudu aceb?
Neden bu leyl-i serair açılmıyor ya Rab?
Bu cuş -i cür’eti etmekte ansızın mebhut,
Çu ses ki, mevc-i bülendiyle çalkalanır melekut:
Unutma kendini, hem bilmiş ol ki ey insan,
Müebbeden kalacak hilkatin esası nihan.
Semayı alması kaabil mi bir avuç hakin?
O sahalar ki yetişmez ziya-yı idrakin,
Tasavvur et: Ceberutum için bidayettir!
Mükevvenat ki fikrince bi-nihayettir,
Kemine zerresidir asüman-ı hilkatimin.
Gelip kenarına umman-ı sermediyyetimin,
Rüku eder ebediyyen, kıyam eden idrak;
Zeka sücuda varır, vehm olur karin-i helak.
Senin o sahada yoktur işin! O saha, benim,
Bütün halaika mesdud Kaabe Kavseyn’im!
Harimi zair-i tahmin için küşade değil;
Saray-ı vahdetimin durma karşısında, çekil!
Çekil de feyz-i mübinimle ta ezelde sana
Müsahhar eylediğim bir cihanın ortasına
Atıl Fezayı dolaş, asümana çık, yere in;
Lisan-ı gaybım olan beyyinat-ı hikmetinim,
Vücudu inleten aheng-i yek-ni duy!
Düşünme, haydi şu aheng-i sermediyyete uy:
Bekaayı hak tanıyan sa’yi bir vazife bilir;
Çalış çalış ki bekaa sa’y otursa hakkedilir.
Alın da bir küçücük taş, ziya-yı ilme tutun,
Bütün nikaatını evvelce; sonra, kalkın onun
Bakın vücuduna bir hurdebin alıp, lakin,
Bu hurdebin olacak kendi nuru idrakin.
Zemin kadar büyütün; asüman kadar büyütün.
Hulasa, koskocaman bir cihan kadar büyütün;
Görürsünüz ki: O bir damlacık vücuduyle,
Katılmak istiyerek durmayıp giden şeyle,
Önünde azmine hail ne varsa, hep aşıyor.
Demek ki: Şimdi bu taş canla, başla uğraşıyor,
Bütün avalimi lebriz eden mesaiye,
Benim de sa’y im olunmak gerek ilave diye.
Bu seng-pareyi siz şimdi görmeyin naçiz
O, bir vücud-i muazzam; o, bir cihan-ı veciz;
Ki – encümiyle, şümusuyle, asümanıyle,
Tevabi’iyle, sehabiyyesiyle – ayniyle,
Bizim şu bildiğimiz kainatı gösteriyor!
Hayal o manzaranın dehşetinden ürperiyor:
Birer kabiledir ecza-yı ferdi; zerratı
Sırayla ailelerdir; alın zureyratı:
Görünmemekle beraber yığın yığın efrad.
Demek, o, sine-i eb’adı inleten feryad;
O, her taraftaki aheng-i sa’y-i gulgule-hiz;
O girudar-ı umumi Bakılsa en naçiz
Taşın mazik-ı vücudunda mündemiç Hayret!
Bu seng-i camidin ecza-yı ferdi bir vahdet,
Bir imtizac-ı müebbedle eyliyor deveran,
Ki her tekasüfü mahsul-i sa’yinin o zaman,
Temessül etmede birçok kuva-yı galibeye:
Ya inkılab ediyor hey’etiyle cazibeye;
Ya başka türlü hüviyyet alıp ziya oluyor;
Ya reng-i şu’le-i berkide ru-nüma oluyor;
Ya bir hararet-i seyyale eyliyor te’sis;
Ya ihtizaz ediyor mevce mevce mıknatis.
Aceb, nümune-i ekvan olan bu, zaten ufak,
Vücudu na-mütenahi küçültecek olsak?
Küçüldü, farz edelim, oldu akıbet zerre
Görün, şu zerreyi tedkik edin de bir kerre.
Nasıl huruş ile kalbinde eyliyor daraban,
Avalimiyle beraber şümus-i bi-payan!
Semalarında uçan aynı muttarid ahenk;
Denizlerinde gezen aynı sa’y-i rengarenk.
Bakın ki: Zerre de bir hiç olan vücuduyle,
Muvaffak olmadadır kainatı temsile;
Görün ki: Zerreyi etmektedir cihan tanzir.
Fakat bu bahr-i serair ki mümteni’ takdir,
Güneşte, gölgede, her yerde cuşa geldikçe,
Atar kenara şu yüksek bir mevce:
Bekaayı hak tanıyan sa’yi bir vazife bilir;
Çalış çalış ki, bekaa sa’y olursa hakkedilir.
Görün kuva-yı tabiatte sa’y-i mu’tadı:
Çalişniasaydı hararet, mevasim olmazdı.
O, bir zaman azalıp, sonra bir zaman çoğalıp;
Buhar eder suyu, teksif eder buharı alıp.
Ziya durur mu ya? Zulmetle daima yarışır
Ne varsa hasılı Toprak, deniz, bütün çalışır.
Tesa’udatı buharın bulut yığar hava ya,
Teressübatı sehabın nehir yayar ovaya.
Zemin semaya alev püskürür içinden ta;
Mukaabilinde sağar yıldırım, zemine sema.
Duyup hürüşunu cevvin huruş eder enhar;
Köpük saçar bunu gördükçe bad-ı velvele-dar!
Nedir bu gökteki sesler? Nedir bu yerdeki cuş?
Evet, kuva-yı tabi’iyyenin bu düşa-duş
Mücahedatı ki bir bi-nihaye silsiledir,
Tezahumuyle yerin sinesinde, yükseltir,
Hayatın ismini te’bide bir büyük timsal,
Ki cebhesinde tecelli eder durur şu meal:
Bekaayı hak tanıyan sa’yi bir vazife bilir;
Çalış çalış ki bekaa sa’y olursa hakkedilir.
Zevil-hayata bakın Koşmuyor mu hakk-ı hayat
Peşinde cümle nebatat, cümle hayvanat?
Müessirat-ı tabiatle daim uğraşarak;
Bütün cihan gibi onlar da istiyor yaşamak.
Avamilin kimi te’yid eder bekaalarını;
Hücum eder kimi ta ‘çil için fenalarım.
Zavallılar, hani, bir an içinde bin kerre,
Kaçıp ikinci takımdan koşar birincilere.
Hayatı hak tanıyanlar yorulmuyor Heyhat!
Sükun nedir, onu görmüş müdür ki uzviyyat?
Bu kar-zara düşen hangi ferd-i uzvi ki,
Kımıldamaz, onu çiğner geçer hemen öteki.
Bu intiharı fakat nerden ihtiyar edecek?
İlerleyip duruyor işte hiç kesilmiyerek,
-Ezelde ruhuna mevdu’-i dest-i fıtrat olan-
Güzide bir emelin arkasında koşmaktan.
Değil visali, ki bir gayedir hayatı için,
Hayal-i vaslı da cazib o nazenin emelin!
Bu gayenin, bu hayalin ümid-i idraki,
Dolaştırır gece gündüz o ruh-i çalaki.
Zemini kendine hasretmek isteyip çalışır;
Şu var ki başka emeller de ansızın karışır.
Tezahum etti mi amali birçok efradın;
Kesilmez arkası artık cihad-ı mıftadın!
Bu harb işinde kazanmaktadır çalışmış olan;
Çalışmayıp oturandır gebertilen, boğulan.
Nedir muradı, bilinmez, fakat Hakim-i Ezel,
Cihanı mar’eke halk eylemiş, hayatı cedel.
Kimin kolunda mesai denen vefalı silah
Görülmüyorsa, ümid etmesin sonunda felah.
Gerek hücuma geçilsin, gerek müdafa’aya;
Müsellah olmalı mutlak giren münaza’aya.
Fakat cidal-i hayatın bütün bu gulgulesi;
Kalanların acı, ölmüşlerin acıklı sesi;
Zaman zaman göğe yaprak nisar eden eşcar;
Zemin zemin yere’ kaliçeler yayan ezhar;
Bahara karşı tuyurun garib nevhaları;
Şikar, önünde vuhuşun mehib sayhaları;
Bedayi’iyle baharan, şedaid iyle hazan,
Bu şi’r-i hilkati inşad eder durur her an:
Bekaayı hak tanıyan sa’yi bir vazife bilir;
Çalış çalış ki bekaa sa’y olursa hakkedilir.
Değil mi ceng-i hayatın zebunu adem de?
Mücahedeyle yaşar çaresiz bu alemde.
Evet, mücahede mahsulüdür hayat-ı beşer,
O olmadıkça ne efrad olur, ne aileler.
Görün birer birer-efradı: Muttasıl çalışır;
Bakın ki aileler durmayıp nasıl çalışır.
Alın sırayla cema’ati, sonra akvamı;
Aceb cidal-i maişetten ayrılan var mı?
Nizam-ı kevne nigehban o sermedi kaanun,
Bütün cihanı tutarken tahakkümünde zebun,
Garib olur beşeriyyet çıkarsa müstesna.
Hayır! Adalet-i fıtratta yoktur istisna.
Hayata hakkı olan kimdir anlıyor, görüyor;
Çalışmıyanları bir bir eliyle öldürüyor!
Bekaayı gaye sayanlar koşup ilerlemede;
Yolunda zahmeti rahmet bilip müzahamede.
Terakki yatmı milletlerin gören, heyhat,
Zaman içinde zaman etse, haklıdır, isbat.
Bakın mücahid olan Garb’a şimdi bir kerre:
Havaya hükmediyor kaani’ olmuyor da yere.
Dönün de atıl olan Şark’ı seyredin: Ne geri!
Yakında kalmıyacak yeryüzünde belki yeri!
Nedir şu bir sürü fenler, nedir bu san’atler?
Nedir bu ilme tecelli eden hakikatler?
Sefineler ki yarar kıt’a kıt’a deryayı;
Şimendüfer ki tarar buk’a buk’a dünyayı;
Şu’ün ki berka binip seslenir durur ovada;
Balon ki ruh-i kesif iyie yükselir hava da
Hülasa, hepsi bu asar-ı dehşet-akinin,
Bütün tekasüfüdür toplanan mesainin.
Aduvve karşı cehennem kusan mehib ervah;
Omuzlarında savaik yatan sehab-ı sipah;
Uyun-i hırsa aman vermiyen rida-yı medid:
Kovuklarında yanardağ duran husün-i hadid;
Refah içinde ömür sürmeler, meserretler;
Huzur-i hatıra makrun büyük saadetler;
Te’eyyüd etmiş emeller, nüfuzlar, şanlar;
Küçülmeyen azametler, sürekli ümranlar
Eder neticede sa’yin tecessümünde karar.
Zaman zaman görülen ahiret kılıklı diyar;
Cenazeden o kadar farkı olmayan canlar;
Damarda seyri belirsiz, irinleşen kanlar;
Sürünmeler; geberip gitmeler, rezaletler;
Nasibi girye-i hüsran olan nedametler;
Harab olan azamet, tarumar olan ikbal;
Sukuut-i ruh-i umumi, sukuut-i istiklal;
Dilencilikle yaşar derbeder hükümetler;
Esaretiyle mübahi zavallı milletler;
Harabeler, çamur evler, çamurdan insanlar;
Ekilmemiş koca yerler, biçilmiş ormanlar;
Durur sular, dere olmuş hela-yı cariler;
Isıtmalar, tifolar, türlü mevt-i sariler;
Hurafeler, üfürükler, düğüm düğüm bağlar;
Mezar mezar dolaşıp hasta baktıran sağlar
Ataletin o mülevves teressübatı bütün!
Nümune işte biziz Görmek isteyen görsün!
Bakın da haline ibret alın şu memleketin!
Nasıldın ey koca millet? Ne oldu akıbetin?
Yabancılar ediyormuş – eder ya – istikrah:
Dilenciler bile senden şereflidir billah.
Vakaarı çoktan unuttun, hayayı kaldırdın;
Mukaddesatı ısırdın, Huda’ya saldırdın!
Ne hatıratına hürmet, ne an’anatını yad;
Deden de böyle mi yapmıştı ey sefil evlad?
Hayatın erzeli olmuş hayat-ı mu’tadm;
Senin hesabına birçok utansın ecdadın!
Damarlarındaki kan adeta irinleşmiş;
O çıkmak istemiyen can da bir yığın leşmiş!
İade etmenin imkanı yoksa maziyi,
Bu mübtezel yaşayıştan gebermen elbet iyi.
Gebermedik tarafın kalmamış ya pek, zaten
Sürünmenin o kadar farkı var mı ölmekten?
Sürünmek istediğin şey! Fakat zaman peşini
Bırakmıyor, atacak bir çukur bulup leşini!
Bugün sahife-i alemde sen ki bir lekesin;
Nasıl vücudunu kaldırmasın, neden çeksin?
İşitmedim diyemezsin; işittin elbette:
Tevakkufun yeri yoktur hayat-ı millette.
Sükun belirdi mi bir milletin hayatında;
Kalır senin gibi zillet, esaret altında.
Nedir bu meskenetin, sen de bir kımıldasana!
Niçin kımıldamıyorsun? Niçin? Ne oldu sana?
Niçin mi? .. Çünkü bu fani hayata yok meylin!
Onun neticesidir sa’ye varmıyorsa elin.
Değil mi? .. Ben de inandım! Huda bilir ki yalan!
Hayata nerde görülmüş senin kadar sarılan?
Zorun: Gebermemek ancak ölümlü dünya da!
Değil hakikati, mevtin hayali rü’yada
Dikilse karşına, hiç şüphe yok, ödün patlar!
Düşün: Hayata feda etmedik elinde ne var?
Şeref mi, şan mı, şehamet mi, din mi, iman mı?
Vatan mı, hiss-i hamiyyet mi, hak mı, vicdan mı?
Mezar mı, türbe mi, ecdadının kemikleri mi?
Salibi sineye çekmiş mesacidin biri mi?
Ne kaldı vermediğin bir çürük hayatın için?
Sayılsa ah giden fidyeler necatın için!
Çoluk çocuk kesilirken; kadınlar inlerken;
Zavallılar seni erkek sanır da beklerken;
Hayayı, ırzı ekip yol boyunca, çırçıplak,
Kaçarsın, öyle mi, hey kalp adam sıkılmıyarak!
Değil ki don! diye binlerce yalvaran geride;
Dikildi karşına ecdadının mekaabiri de;
Yolumda durma kaçarken! dedin, basıp geçtin!
İşitmedin mi ne söylerdi muhterem ceddin:
Zafer ilerdedir oğlum, hücum edip aşarak,
Hudud-i düşmanı, hiç yoksa, bir mezar almak;
Geçip de ric’ate bin yıl muammer olmaktan
Hayırlıdır Ne yaman söz, ne kahraman iman!
Yazık ki sen şu büyük ruhu şerm-sar ettin:
Bütün mekaabir-i İslam’ı küfre çiğnettin!
Birer lisan-ı tazallüm uzattı her makber
Zavallı taşlara lakin bakan mı var? Ne gezer!
Değil mezardaki na’şın enin-i tel’ini,
Figanı bunca hayatın çevirmemişti seni!
Meramın: ölmeyebilmek, fena değil bu karar
Fakat hayat için elzem hayatı istihkaar.
Hayat odur ki: Nihayet bahası hun olsun,
Senin hayat-ı sefilin: Baha-yı namusun!
Deden ne türlü yaşarmış Adamsan öyle yasa:
Eğer hüma-yı zafer konmak istemezse başa,
Haram olur sana kuzgun üşürmemek leşine!
Nasıl, bu sözleri tutmak gelir mi hiç işine?
Mezelletin o kadar yar-ı canısın ki, yazık,
Uçunda yoksa ölüm her belaya göğsün açık!
Dilenci mevki’i, milletlerin içinde yerin!
Ne zevki var, bana anlat bu ömr-i derbederin?
Şimale doğru gidersin: Soğuk bir istikbal,
Cenuba niyyet edersin: Açık bir istiskaal!
Aman Grey! Bize senden olur olursa meded
Kuzum Puankare! Bittik.. inayet et, kerem et!
Dedikçe sen, dediler karşıdan: inayet ola!
Dilencilikle siyaset döner mi, hey budala?
Siyasetin kanı: Servet, hayatı: Satvettir,
Zebun-küş Avrupa bir hak tanır ki: Kuvvettir.
Donanma,” ordu yürürken muzafferen ileri,
Üzengi öpmeye hasretti Garb’ın elçileri!
O ihtişamı elinden niçin bıraktın da,
Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında?
Kadermiş! öyle mi? Haşa, bu söz değil doğru:
Belanı istedin, Allah da verdi Doğrusu bu.
Taleb nasılsa, tabi’i, netice öyle çıkar,
Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimali mi var?
Çalış! dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesabına birçok hurafe uy durdun!
Sonunda bir de tevekkül sokuşturup araya,
Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya!
Bırak çalışmayı, emr et oturduğun yerden,
Yorulma, öyle ya, Mevla ecir-i hasın iken!
Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,
Birer birer oku tekmil edince defterim;
Bütün o işleri Rabbim görür: Vazifesidir
Yükün hafifledi Sen şimdi doğru kahveye gir!
Çoluk, çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak
Huda vekil-i umurun değil mi? Keyfine bak!
Onun hazine-i in’amı kendi veznendir!
Havale et ne kadar masrafın olursa Verir!
Silahı kullanan Allah, hududu bekleyen O;
Levazımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O!
Çekip kumandası altında ordu ordu melek;
Senin hesabına küffarı hak-sar edecek!
Başın sıkıldı mı, kafi senin o nazlı sesin:
Yetiş! de, kendisi gelsin, ya Hızr’ı göndersin!
Evinde hastalanan varsa, borcudur: Bakacak;
Şifa hazinesi derhal oluk oluk akacak.
Demek ki: Her şeyin Allah Yanaşman, ırgadın O;
Çoluk çocuk O’na aid: Lalan, bacın, dadın O;
Vekil-i harcın O; kahyan, müdir-i veznen O;
Alış seninse de, mes’ul olan verişten O;
Denizde cenk olacakmış Gemin O, kaptanın O;
Ya ordu lazım imiş Askerin, kumandanın O;
Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O;
Tabib-i aile, eczacı Hepsi hasılı O.
Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!
Biraz da saygı gerektir Ne saygısızlık bu!
Huda’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Huda;
Utanmadan da tevekkül diyor bu cür’ete Ha?
Yehud Üzeyr’e, Nasara Mesih’e ibnu’1-lah
Demekle unsur-i tevhid olur giderse tebah;
Senin bu kopkoyu şirkin sığar mı imana?
Tevekkül öyle tahakküm demek mi Yezdan’a?
Kimin hesabına inmiş, düşünmüyor, Kur’an
Cenab-ı Hak çıkacak, sorsalar, muhatab olan!
Bütün evamire i’lan-ı harb eden şu sefih,
Mükellef iyyeti Allah’a eyliyor tevcih!
Görür de halim insan, fakat, bu derbederin;
Nasıl günahına girmez tevekkülün, kaderin?
Sarılmadan en ufak bir işinde esbaba,
Muvaffakıyyete imkan bulur musun acaba?
Hamakatin aşıyor hadd-i i’tidali, yeter!
Ekilmeden biçilen tarla nerde var? Göster!
Kader senin dediğin yolda şer’a bühtandır;
Tevekkülün, hele, hüsran içinde hüsrandır.
Kader feraiz-i imana dahil Amenna
Fakat yok onda senin sapmış olduğun ma’na.
Kader: Şeraiti mevcud olup da meydanda,
Zuhura gelmesidir mümkinatın a’yanda.
Niçin, nasıl geliyormuş O büsbütün meçhul;
Biz ihtiyarımızın suretindeniz mes’ul.
Kader nedir, sana düşmez o sırrı istiknah;
Senin vazifen ita’at ne emrederse ilah.
O, sokmak istediğin, şekle girmesiyle kader;
Bütün evamiri şer’in olur bir anda heder!
Neden ya, Hazret-i Hakk’ın Resül-i Muhterem’i,
Bu bahsi men’ ediyor mü’minine, boş yere mi?
Kader deyince ne anlardı dinle bak Ashab:
Ebu Ubeyde’ye imdada eylemişti şitab,
Maiyyetindeki askerle bir zaman Faruk.
– Tereddüt etme sakın, çünkü vak’a pek mevsuuk –
Tarik-ı Şam’ı tutup doğru Surga indi Ömer.
Ebu Ubeyde hemen koştu almasıyle haber.
Halife, Hazret-i Serdar’a: Nerdedir ordu?
Ne yaptınız? Yapacak şey nedir? deyip sordu.
Ebu Ubeyde: Veba var! deyince askerde;
Tevabi’iyle Ömer durdu kalkacak yerde.
Vebaya karşı gidilmek mi, gitmemek mi iyi?
Muhacirin-i kiramın soruldu hep re’yi.
Bu zümreden kimi: Maksad mühim, gidilmeli der;
Hayır, bu tehlikedir der, kalan Muhacirler.
Halife böyle muhalif görünce efkarı;
Çağırdı: Aynı -tereddüdde buldu Ensar’ı.
Dağıttı hepsini, lakin sıkıldı Artık ona,
Muhacirin-i Kureyş’in müsinn olanlarına
Müraca’at yolu kalmıştı; sordu onlara da.
Bu fırka işte bila-kayd-ı ihtilaf arada;
Vebaya karşı gidilmek hata olur dediler;
Yarın dönün! diye Ashab’a emri verdi Ömer.
Ale’s-seher düzülürken cemaatiyle yola,
Ebu Ubeyde çıkıp: Ya Ömer, uğurlar ola!
Firarınız kaderu’l-lahtan mıdır şimdi?
Demez, mi, Hazret-i Faruk döndü: Doğru, dedi,
Şu var ki bir kaderu’l-lahtan kaçarken biz,
Koşup öbür kaderu’1-laha doğru gitmedeyiz.
Zemini otlu da, etrafı taşlı bir derenin
İçinde olsa deven ya Eba Ubeyde, senin;
Tutup da onları yalçın bayırda sektirsen,
Ya öyle yapmıyarak otlu semte çektirsen,
Düşün: Kaderle değildir şu yaptığın da nedir?
Ömer bu sözde iken ibn-i Avf olur zahir,
Hemen rivayete başlar hadis-i taunu
Ebu Ubeyde tabi’i susar duyunca bunu.
Muhacirin-i Kureyş’in, kibar-ı Ashab’ın,
Şeriatin koca bir rüknü: İbn-i Hattab’ın;
Kader denince ne anlardı hepsi, anladın a!
Utanmadan yine kalkışma Hakk’a bühtana.
Tevekkülün, hele, ma’nası hiç de öyle değil.
Yazık ki: Beyni örümcekli bir yığın cahil,
Nihayet oynıyarak dine en rezil oyunu,
Getirdiler, ne yapıp yaptılar, bu hale onu!
Yazık ki: Çehre-i memsuha döndü çehre-i din;
Bugün kuşatmada İslam’ı bir nazar: Nefrin.
Tevekkül inmek için ta bu şekl-i mübtezele,
Nasıl uyuttunuz efkarı, bilsem, ey hazele?
Nasıl durur aceb alnında şer’-i ma’sumun,
Bu simsiyah izi hala o ]evs-i meş’ümun?
Tevekkül öyle yaman bir şiar-ı imandı,
Ki kahraman-ı fezail denilse şayandı.
Yazık ki: Ruhuna zerk ettiler de meskeneti;
Cüzama döndü, harab etti gitti memleketi!
Tevekkül olmasa kalmaz faziletin namı
Getir hayaline bir kerre Sadr-ı İslam’ı:
O bi-nihaye füyüzun yarım asırlık bir
Zaman içinde tecellisi Hangi sayededir?
Bu müddetin ne ki akvama nisbeten hükmü,
Bir inkılaba yetişsin? Bu hiç görülmüş mü?
Zaman içinde zaman tayyolunmak imkanı
Görülmedikçe tahayyür bırakmaz insanı!
Zalam-ı şirki yarıp fışkırınca din-i mübin,
Yayıldı sine-i Batha’ya bir hayat-ı nevin.
Bu inkılabı henüz ruhu duymadan Garb’ın,
Kuşattı satveti dünyayı bir avuç Arab’ın!
Dayandı bir ucu ta Sedd-i Çin’e; diğer ucu,
Aşıp bulut gibi, binlerle yükselen burcu,
Uzandı ansızın ispanya’nın eteklerine.
Hicaz’ı Çin’i düşün nerde? Nerdedir Pirene!
Nedir bu harikanın sırrı? Hep tevekküldür:
Ki i’timad-ı zaferden gelen tahammüldür.
Tevekkül olmaya görsün yürekte azme refik;
Durur mu şevkine pervane olmadan tevfik?
Cenab-ı Hak ne diyor bak, Resül-i Ekrem’ine:
Bütün serairi kalbin ihata etse, yine,
Danış sahabene dünyaya aid işler için;
Rahim ol onlara Sen, çünkü, ruh-i rahmetsin.
Hata ederseler aldırma, affet, ihsan et;
Sonunda hepsi için iltimas-ı gufran et.
Verip kararı da azm eyledin mi Durmıyarak
Cenab-ı Hakk’a tevekkül edip yol almaya bak.
Demek ki: Azme sarılmak gerek mebadide;
Yanında bir de tevekkül o azmi te’yide.
Hülasa, azm ile me’mur olursa Peygamber;
Senin hesabına artık, düşün de bul, ne düşer!
Şeriatin ikidir en muazzam erkanı;
Kimin ki öyle müzebzeb değildir imanı;
Ayırmaz onları, bir addedip tevessül eder
Açıkça söyliyelim: Azm eder, tevekkül eder.
Ne din kalır, ne de dünya bu anlaşılmazsa
Hem anlayın bunu artık, hem anlatın nasa.
Bu anlaşılmalı Yahud uzat bacaklarını,
Pamuklu şilteyi buldun mu, anma hiç yarını!
Ne olsa, pufla yataktan açılma tek bir adım;
İçin sıkıldı mı, gelsin boğuk boğuk Bakalım
Cenab-ı Hak ne yapar? virdi yorgan altından!
Cenab-ı Hak ne yapar, bilmiyor musun o zaman:
Araştırır Bakalım bir, kulum ne yaptı? diye.
Kıvır da şilteyi öyleyse bak ilerlemeye.
Senin şu halini Sa’di ne hoş hikaye eder
İşittiğin olacaktır ya Neyse, dinleyiver:
Kalenderin biri köyden sabahleyin fırlar,
Arar nasibim; avdette kırda akşamlar.
Fakat güneş batarak, ortalık karardıkça.
Görür ki: Yerde yatılmaz, hemen çıkar ağaca.
Herif ağaçta iken bir iniltidir, işitir
Bakar ki: Bir kötürüm tilkinin yanık sesidir.
Zavallı, pösteki olmuş, bacak yok işliyecek;
Boğazsa işlemek ister Ne yapsın İnliyecek!
Biraz geçince, kavi dişlerinde bir ceylan,
İner yakındaki vadiye karşıdan arslan.
Yukarda çıkmaz olur, şimdi, yolcunun nefesi;
Tabiatiyle durur hastanın da inlemesi!
Yiyip şikarım arslan, dalınca ormanına;
Sürüklenir, yanaşır tilki sofranın yanına;
Doyar efendisinin artığıyle, sonra yatar.
Herif düşünmeye başlar eder de hale nazar:
Cenab-ı Hak ne kadar merhametli, görmeli ki:
Açım! demekle amel-mande bir topal tilki,
Ayağna gönderiyor rızkın en mükemmelini
O halde çekmeli insan çalışmadan elini.
Değer mi koşmaya akşam, sabah, yalan dünya?
Dolaşmıyan dolaşandan akıllı Gördün ya:
Horul horul uyuyor kahbe tilki, senden tok!
Tevekkül etmeli öyleyse şimdiden tezi yok.
Yazık bu ana kadar çektiğim sıkıntılara!
Sabah olunca, herif dağ basında bir mağara
Tasarlayıp, ebedi i’tikafa niyyet eder.
Birinci gün bakınır: Yok ne bir gelir, ne gider!
İkinci gün basar açlık, erir erir süzülür;
Üçüncü gün uyuşuk bir sinek olur büzülür.
Ölüm mü, uyku mu her neyse akıbet uzanır;
Fakat işittiği bir sesle silkinir, uyanır:
Dolaş da yırtıcı arslan kesil behey miskin!
Niçin yatıp, kötürüm tilki olmak istersin?
Elin, kolun tutuyorken çalış, kazanmaya bak,
Ki artığınla geçinsin senin de bir yatalak.
Ömer, tevekkülü elbet bilirdi bizden iyi
Ne yaptı Biz mütevekkilleriz diyen kümeyi?
Dağıttı, kamçıya kuvvet, Gidin, ekin! -diyerek.
Demek: Tevekkül eden, önce mutlakaa ekecek;
Demek: Tevekküle pek sığmıyormuş, anladın a,
Sinek düşer gibi düşmek şunun bunun kabına.
Bakın ne hale getirmiş ki cehlimiz dini:
Hurafeler bürümüş en temiz menabi’ini.
Değil hakaaikı şer’in, bugün, bedihiyyat
Bila-münakaşa ikrar olunmuyor Heyhat!
Kitab’ı, Sünnet’! , içma’l kaldırıp attık;
Havassı maskara yaptık, avamı aldattık.
Yıkıp şeriati, bambaşka bir bina kurduk;
Nebi’ye atf ile binlerce herze uydurduk!
O hali buldu ki cür’et: Yecüzu fi’t-tergib
Karar-ı erzeli fetva kesildi! Hem ne garib,
Hadisi vaz’ ediyorken sevab uman bile var!
Sevabı var mı imiş, bir zaman gelir, anlar!
Cihanı titretiyorken nida-yı Men kezebe
İşitmiyor mu, nedir, bir bakın şu bi-edebe:
Lisan-ı pak-i Nebi’den yalanlar uyduruyor;
Sıkılmadan da sevab işledim deyip duruyor!
Düşünmedin mi girerken şeriatin kanına?
Cinayetin kalacak zanneder misin yanına?
Sevab ümid ediyor ha! Deyin ki namerde:
Sevabı sen göreceksin huzur-i mahşerde!
Tepende gezdirecek ra’d-ı intikaamını Hak,
Ki yıldırımları beyninde kaynayıp duracak.
Yakandan inmiyecek dest-i kahrı hüsranın
Nasıl iner ki, önünden kaçıp da niranın,
Civar-ı nur-i nübüvvette mülteca bulsan;
Bu türlü kurtuluş imkanı yok ya Kurtulsan;
Şu izdihamın elinden -ki belki bir milyar
Nüfüs-i hasiredir- kaçmak ihtimali mi var?
Bugün fesadına kurban olan zavallıların
Vebali boynuna yüklenmesin mi, yoksa, yarın?
Kolay mı ümmeti ıdlal edip sefil etmek?
Kolay mı dini hurafat içinde inletmek?
Niçin Kitab-ı İlahi’yi payimal ettin?
Niçin şeriati murdar elinle kirlettin?
Çıkıp tepinmeye yok muydu başka bir saha?
Nedir bu salladığın çifte, Ka’betullah’a?
Herif! Şu millet-i ma’sumeden ne isterdin,
Ki doğru yol diye tuttun, dalali gösterdin!
Zavallı çırpınıyor boyladıkça hüsranı
Kenara kaçmaya olsaydı bari dermanı.
Yazık ki çıkmak ümidiyle kalkarak ayağa,
Kımıldadıkça gömülmekte büsbütün batağa!
Zaman zaman bakıp etrafa diş gıcırdattı;
Muhiti, çünkü, yürürken o muttasıl battı!
Fakat bugün acınır bir nazarla bakmakta:
Omuzda, çünkü, batak şimdi, cansa gırtlakta.
Henüz gömülmedi biçarenin cılız boyunu;
Koşup halas ediniz bari son deminde onu.
Fakat, halası için en emin tariki tutun;
Şu pis bataklığı bir kerre mahvedin, kurutun.
Kolay değil bu da, lakin, büyük vukuuf ister;
Düşünce yoksulu, zıpçıktı müctehidler eğer,
Dalarsalar o rezil içtihada bermu’tad;
Olur zavallının atisi büsbütün berbad!
Sakırgadan daha iğrenç öbek öbek türüdü,
Vücud-i milleti son günler öyle bir bürüdü:
Ki davranıp o tufeylatı ansızın koğacak
Olursa kurtulacak belki Yoksa, bit boğacak!
Eğer vücudunu bir parçacık gözetseydin;
Eğer teharet-i vicdana dikkat etseydin;
Bu hale gelmeye kalmazdı orta yerde sebep.
Batak da, bit de o murdar ataletinden hep!
Zavallı milletin idraki tarumar olalı:
Muhit-i ilme giren yok, diyar-ı fen kapalı;
Sanayi’in adı batmış, ticaret öylesine,
Zira’at olsa da Adem nebi usulü yine!
Hülasa, hepsi çalışmak, yorulmak istiyecek.
Fakat çalışmak için önce şart olan: İstek.
O yoksa, hangi vesileyle biz ilerliyelim?
Sıkıntısız mütefennin, üzüntüsüz alim,
Ne tatlı şey! Buna bir çare yok mu? Hah! Bulduk:
Tokatlıyan’da, yarın, toplanır beş altı kopuk,
Birer kadeh biradan sonra davranır erken,
Omuzlayıp kırarız bab-ı içtihadı hemen.
Kırılmadan açılır şey değil, kilid müdhiş!
Gelin, omuzlıyalım Bir omuzlamaktadır iş.
Cesaretin medeni şekli işte böyle olur;
Uzun düşünmeye gelmez, kararımız bozulur.
Süveyş’i yardı herif Akdeniz’le Şab denizi
Bitişti, öyle ya, bizler de kendi fikrimizi
Çıkarmış olsak eğer, şimdi, kuvveden fi’le,
Kucaklaşır medeniyyetle din tamamiyle.
Süveyş’in ağzına heykel nasıl dikilmişse,
Bekaa-yı namım te’yid için dö Lessepse;
Bizim de hakkımız elbette, içtihadı yaran
Kanal boyunca birer heykel istemek o zaman!
Bakın ne günlere kaldık: Ya beş, ya altı kopuk,
Yamaklarıyle beraber ki hepsi kılkuyruk,
Utanmadan çıkıyor, içtihada kalkışıyor!
Bu hale karşı tahammül hakikaten pek zor.
Harimi şer’-i mübinin ahır değil Oradan
Çekil de kendine bir saha bul, behey nadan!
Kilitli bir kapı var orta yerde anlasana:
Harem-saray-ı şeri’at değil dalan dalana.
Nasıl ki her kapının ayrı bir anahtarı var,
Onun da var. Bunu idrak eder birinci nazar.
Nedir mi? Anlatayım: Sizde olmıyan irfan.
Biraz haya edin öyleyse şaklabanlıktan!
Kilitlidir kapı ümmi duhat için, amma
Kıyam-ı haşre kadar ictihad eder ulema.
Evet, şeraiti mevcud olunca insanda;
Ne kaldı men’ edecek içtihadı, meydanda?
İle’1-ebed yetişir müctehid bu ümmetten;
Şu var ki: Çıkmalı ferda-yı nüra zulmetten.
Kıyas-ı faside bir kerre eyleyin dikkat:
Süveyş’i açtı herif Doğru Neyle açtı fakat?
Omuzlamakla mı? Heyhat! öyle bir fenle,
Ki bir ömür telef olmuş o fenni tahsile.
Düşünmüyor bu kopuklar ki: Müctehid geçinen,
Zamanının olacak muktedası irfanen.
Kitab’ı, Sünnet’i, icma’l sağlam anlıyacak;
Hilafı yoklıyacak, ihtiyacı kollıyacak.
Ne içtihadı yapar, yoksa, bir alay – zimmi
Kadar nasibe-i fıkhisi olmıyan – ümmi?
Kuzum, eşek nalı yapsan: Bir usta çingenenin
Yanında uğraşacaksın, başında mengenenin.
Peki! Liyakat-i fıtrisi ademin sade,
Kifayet eylemiyorken bu en hasis işde,
Ya içtihada nasıl kalkıyor bu sersemler?
O içtihada ki: Dünya kadar ulum ister!
Sokarsa burnunu herkes düşünmeden her işe;
Kalır selamet-i milliyyemiz öbür gelişe!
Neden vezaifi taksime hiç yanaşmıyoruz?
Olursa bir kişinin koltuğunda on karpuz,
Öbür gelişte de mümkün değil selametimiz!
Yazık, yazık ki, bu yüzden bütün felaketimiz.
İçin reculleri kimlerse çıksın orta yere;
Ne var, ne yok, bilelim, hiç değilse, bir kerre.
Sabahleyin mütefelsif, ikindi üstü fakih;
Sular karardı mı pek yosma bir edib-i nezih;
Yarın müverrih; öbür gün siyasetin kurdu;
Bakarsın: Ertesi gün içtihada pey vurdu! ..,
Hülasa bukalemun fıtratinde züppelerin
Elinde maskara olduk Deyin de hükmü verin!
Fakat bu maskaralıklar devam edip gitmez;
Adam, benim neme lazım! demekle iş bitmez.
Tecellüd eylemesinden yılıp da zındikın,
Ağırca almaşı, bir fitnedir ki, siddikın:
Cenab-ı Hakk’a sığınmış o heybetiyle, Ömer
Emin olun, bizi me’yus eden felaketler,
Vazife hissine biganelik belası bütün;
Küçük, büyük ne vazifem! desin de iş yürütün!
O hale geldi ki millet vazifesizlikten:
Vazife hissi de kafi değil, bugün, cidden.
Evet, onun daha fevkinde ihtiyaç artık
O ihtiyaç ise: Milletçe bir fedakarlık.
Şu fıkrasıyle, hakikat, Cenab-ı Mevlana,
Nigah-ı ibrete açmış cihan kadar ma’na:
Delik, deşik, evinin, bir zavallı hane-harab,
Görür de halini, her gün eder şu yolda hitab:
Yıkılma ha! Beni evvelce etmeden agah;
Çoluk, çocuk biteriz sonra hep, ma’azallah!
Bu hasbihal ile yıllar gelir, geçer Derken,
Gelir bakar ki bir akşam: O aşiyan-ı kühen
Yıkılmış, altına almış zavallı aileyi!
Görünce karşıdan ademceğiz bu haileyi,
Yığınla taş kesilen yurdunun harabesine
Döner de der ki: Meğer aldanırmışım, desene!
Ne oldu bunca niyazım, ey aşina-yı kadim?
Çocuklarım olacakken ben oldum işte yetim!
Sakın yıkılma haber vermeden demez miydim?
Bu muydu senden, a zalim, bu muydu ümmidim,
Hukuuku, ahdi gözetmek nedir, sakın bilme!
Yazık, yazık sana sarf ettiğim emeklerime! ..
O taş yığınları bir hatifi lisan olarak;
Zavallı ademe der: Haksız infiali bırak!
Geçip de karşıma feryad eder misin şimdi?
Haber mi vermedim, amma kulak veren kimdi!
Duvarlarımda yarık sandığın ağızlardan,
Birer zeban-ı fezallüm uzattım, ey nadan!
Fakat çamurla kapardın da her gün ağzımı sen,
Ziyade söyliyemezdim susardım artık ben! ..
Hikaye halimizin aynıdır, değil mi? Evet!
Şu farkı var yalınız: Bizde yok değil kuvvet.
Yığın yığın sakatatıyle geçmiş edvarın,
Yıkılmış olsa da bir hayli kısmı divarın,
Bina-yı milleti i’la eden temel sağlam.
Demek ki kurtuluruz biz bugün olursak adam.
Onun da çaresi elbirliğiyle gayrettir.
Çalışmanın o kadar feyzi var ki: Hayrettir!
Hezimetin sonu ölmek değildir elbette.
Düşenler oldu zamanıyle aynı akıbete;
Fakat bugün yaşıyorlar, hem eskisinden iyi:
Nasılsa gaib edip kamilen muharebeyi,
Esaret altına girmişti bir büyük millet.
Zevi’l-ukuul arasından seçilme bir hey’et
Düşündü: Milleti i’laya çare hangisidir?
Döküldü ortaya ara-yı encümen bir bir:
Siyaseten kimi kurtarmak istemiş kalanı;
Demiş ki diğeri: Asker halas eder vatanı
O der: Donanmaya vardır bugün eşedd-i lüzum
Bu der: Hayır, daha elzemdir iktisab-ı ulum
Kiminde san’ata rağbet, kiminde nakde heves;
Hülasa, her kafadan başka başka çıkmış ses.
Bir ihtiyar yalınız dinleyip bidayette;
Mahalle mektebi lazım! demiş, nihayette.
Zavallının sözü pek anlaşılmamış ilkin:
Bunak! diyen bile olmuş düşünmeden; lakin,
Herif, bu söz ne demektir, güzelce şerh etmiş;
Deminki lafları pek vakıfane cerh etmiş.
Sonunda: Kuvvetimiz, şüphesiz, ilerlemeli;
Fakat düşünmeli her şeyde önceden temeli.
Teammüm etmesi lazım ma’arifin mutlak:
Okur yazarsa ahali, ne var yapılmıyacak?
Donanma, ordu birer ihtiyac-ı mübrimdir,
O ihtiyacı, fakat, öğreten muallim dir!
Deyip kararım vermiş ki, aynen icraya,
Konunca ortaya çıkmış, bugünkü Almanya.
Sedanda orduyu teslim eden Fransızlar,
– Ki her zaman o vukuuatı yad edip sızlar –
Ne der, bilir misiniz? Hem de öyledir inanın:
Muallem ordusudur harbeden Prusyalı’nın;
Muallim ordusu, lakin, asıl muzaffer olan!
Bu sözden almalıdır, hiç değilse, ibret alan.
-Ne çare! ibrete hala heveslidir çoğumuz;
Yetişmemiş gibi dünyaya ibret olduğumuz! –
Şu cehlimizle musibet mi kaldı uğramadık?
Mahalle mektebi lazım, düşünmeyin artık!
Mahalle mektebi olsaydı bizde vaktiyle;
Ya uğrasaydı kalanlar güzelce ta’dile;
Yarım pabuçla gezen, donsuz üç buçuk zibidi,
Bir Arnavudluğu isyana kaldırır mı idi?
Bugün anasır-ı İslam’ı bir deni cereyan
Sürüklüyor ki: Bakın nerden eyliyor nebean.
Felaketin başı, hiç şüphe yok, cehaletimiz;
Bu derde çare bulunmaz – ne olsa – mektepsiz.
Ne Kürd elifbeyi sökmüş, ne Türk okur, ne Arab;
Ne Çerkeş’in, ne Laz’ın var bakın, elinde kitab!
Hülasa, milletin efradı bilgiden mahrum.
Unutmayın şunu lakin: Zaman: Zaman-ı ulum!
Zaman zaman-ı ulum olmasaydı böyle, yine,
– Kemal-i şevk ile madem atılmışız dine –
Okur yazar olacaktık sıyaneten dini:
Onun ma’arife vabeste, çünkü te’mini.
Zavallının yüzü yok cehle, anlaşılmadı mı?
Demek ki: Atmalıyız ilme doğru ilk adımı.
Mahalle mektebidir işte en birinci adım;
Fakat; bu hatveyi ilkin tasarlamak lazım.
Muallim ordusu derken, çekirge orduları
Çıkarsa ortaya, artık hesab edin zararı!
Muallimim diyen olmak gerektir imanlı;
Edebli, sonra liyakatli, sonra vicdanlı.
Bu dördü olmadan olmaz: Vazife, çünkü, büyük;
Atıp da yazmayı bez bağlamakla dünkü hödük;
Ya kalçın altına yüksek topuklu, eğri burun,
Fotin çekip filiz olmakla her zamanki odun;
Huda rızası için, ehliyim işin demesin!
Demiş de olsa, demisin: Kuzum, nenin nesisin?
Diyorsanız: Yine, hala bu, olmasın mektub!
Ne zirzop isteyin artık, ne büsbütün meczüb!
O: Yükletir kocaman bir sığır bulur da yeri;
Bu: Arş’ı, ferşi yıkar salladıkça çifteleri!
Bizim çocuklara gelmez ne öyle çifte giden;
Ne böyle Arş’a kadar çifte sallayan yerden!
Evet, ulumunu asrın şebaba öğretelim;
Mukaddesata, fakat, çokça ihtiram edelim.
Eğer hayatını kasdeyliyorsanız vatanın:
Bakın, anasır-ı İslam’ı hangi rabıtanın
Devamı bağlıyabilmiş bu müşterek vatana?
Kapılmayın onu ihmal edip salah umana!
O rabıtayla bu millet bulur bulursa felah;
O, bir çözüldü mü, her şey biter ma’azallah.
Eğer hayatına kasdeyliyorsanız Başka!
Fakat bu mes’ele, bilmem ki, kaldırır mı şaka?
Hayır, hayat-ı vatandır umum için gaye;
Vatan! deyip giriyor her giren mücahedeye.
Bu her giren le, tabi’i, tufcunca it damarı,
Mukaddesata kadar saldıran beş on çomarı,
Hesaba katmayı hiçbir zaman düşünmüyorum:
O tasmasızlara insan demekte ma’zürum.
Vatan muhabbeti, millet yolunda bezl-i hayat;
Hülasa, aile hissiyle cümle hissiyyat;
Mukaddesatı için çırpınan yürekte olur.
İçinde leş taşıyan sineden ne hayr umulur?
Vatan felakete düşmüş Onun hamiyyeti çüş
Eder mi zannediyorsun? Herif: Vatan-ber-düş!
Bulunca kendine bir yer, doyunca kör boğazı,
Kapandı, gitti, bakarsın ki, nekbetin ağzı.
Fakat, sen öyle değilsin: Senin yanar ciğerin:
Vatan! deyip öleceksin semada olsa yerin.
Nasıl tahammül eder hür olan esaretine?
Kör olsun ağlamayan, ey vatan, felaketine!
Cema’at, elverir artık, bu uykudan uyanın,
Huda rızası için, dünkü hadisatı anın!
Kımıldamaz yine gelmezsek intibaha bugün,
İkinci uyku ne dehşetli bir ölüm, düşünün!
Ölüm kolay Diyebilsek sonunda: Kurtulduk!
Bu intihar, öteden, üç yüz elli milyonluk,
Zavallı Alem-i İslam için elim olacak!
Biz olmasak bu kadar hanüman yetim olacak!
Gıcırdamakla beraber serir-i şevketimiz,
Bu dini kurtaran ancak bizim hükümetimiz.
Tunus’ta, Fas’ta, Cezayir’de, Çin’de, İran’da,
Cava’yla, hitta-i Hındi’de, belki Afgan’da,
Sibirya, Hıyve, Buhara, Kırım muhitinde,
Yaşarken ehl-i salibin nüfuzu altında;
Zavallı Alem-i İslam eğer salibe henüz
Sarılmıyorsa, kolundaki çeken: Bu kudretiniz.
Bu kudret olmasa: Dünya tanassur eyliyecek
O halde, şimdi bizim hakkımız değil ölmek.
Yetişmiyor mu ki dünya evinde çektiğimiz,
Yarın da yüklendim alemin günahım biz?
Hem intihara özenmek ne sermedi hüsran!
Bucak bucak savusun, müslümansanız, bundan.
Hayata karşı nedir, söyleyin, bu yılgınlık?
Reis-i ailenin intiharı: Çılgınlık!
Hükümetin, o henüz payidar olan arşın
Sukuutu müdhiş olur Düşmesin aman, yapışın!
Nedir bu tefrika, yahu! Utanmıyor musunuz?
Geçen fecayi’e hala inanmıyor musunuz?
Gömülmek istemiyenler boyunca hüsrana;
Nifakı gömmeli artık mezar-ı nisyana.
Unuttunuz mu ne korkunç edebsiz olduğunu?
Eşip de geçmişi hortlatmayın şu mel’ünu!
Demin, huşua varan bir kıyam-ı haşyetle,
Huzur-i Halik’a durmuştunuz cema’atle.
Yarınca kubbeyi Allahu ekber! ikrarı;
Boşandı yerlere Hakk’ın sema-yı esrarı.
Önümde cuşa gelen safların telatumunu
Görünce andım o deryaların tezahumunu:
Ki dalgalar gibi, umman-ı sermediyyette,
Birer sücüd ile güm-nam olur nihayette!
Sufuf ayakta iken, dalgalar ayakta idi;
Huruş edince hatibin nida-yı tahmidi;
Serildi yerlere yekpare bir cihan-ı hamuş,
Ki imtidad-ı mekaabirdi, öyle duşa-duş!
O mevce mevce uzanmış duran hazairden,
Duyuldu vurduğu binlerce sinenin birden!
Mezarların bu yürekler dayanmaz ahengi;
Yüreklerin de hazin inkisar-ı yek-rengi;
Getirdi cüşişe umman-ı sermediyyeti de;
Hitama erdi nihayet o sermedi secde:
Zemine ra’şe veren bir derin sada geldi;
Deminki dalgaların, şimdi, hepsi yükseldi!
Bu herc ü merc-i ubüdiyyetin tevalisi;
Sukuutu cebhelerin, sonradan tealisi,
Namazda hem beni göz yaşlarıyle ağlattı;
Hem öyle ağlanacak bir hakikat anlattı,
Ki dinlemezseniz elbette mahvolur millet:
Sizin felaketiniz: Tarumar olan vahdet.
Eğer yürekleriniz aynı hisle çarparsa;
Eğer o his gibi tek, bir de gayeniz varsa;
Düşer düşer yine kalkarsınız, emin olunuz
Demek ki birliği te’min edince kurtuluruz.
O halde vahdete hail ne varsa çiğneyiniz
Bu ayrılık da neden? Bir değil mi her şeyiniz?
Ne fırka herzesi lazım, ne derd-i kavmiyyet;
Bizim diyanete sığmaz sekiz, dokuz milloı!
Bütün bu tefrikalar, etsenizdi istiknah,
Görürdünüz nereden geldi Ya ibadallah!
Huzur-i Hak’ta nasıl toplu durdunuzdu demin?
Günahtır, etmeyin artık, ayıptır, eylemeyin!
Şu ihtirasa uyup az mı verdiniz kurban?
Şikaak için mi eder, sade, kalbiniz daraban?
Neden uhuvvetiniz böyle münhasır namaza?
Çıkınca avluya herkes niçin boğaz boğaza?
Ne Müslümanlığıdır, anlamam ki, yaptığınız?
Çıkar yol olmıyacak, korkarım, bu saptığınız!
Görünce fesli, atılmak, tasarlayıp bıçağı;
Görünce şapkalı, sinmek, değiştirip sokağı;
Gönüller ayrı oluş, sineler bir olsa bile
Nifak alameti bunlar, kuzum, tamamiyle:
Nifaka buğz ediniz halisen li-vechillah;
Halas eder sizi ihlasınızla belki ilah.
Münafığın sonu gelmez, söner sefil ocağı
Bugün tüterse henüz gelmemiş, demek ki, çağıl
Nedir ki, verdiği yangınla memleket de biter,
Saçak tutuşmadan evvel basılmamışsa eğer.
Yanında yaş da yanar, çaresiz, yanan kurunun
Diyor Kitab-ı İlahi: O fitneden korunun,
Ki sade sizdeki erbab-ı zulmü istila
Eder de, suçsuz olan kurtulur değil asla!
Hesab edin ne kadar bigünahın aktı kanı
Beş on vatansız için nara yakmayın vatanı!
Huda rızası için kaldınn nifakı Günah!
Alev saçaklara sarsın mı, ya ibad-Allah?
Sararsa hangimizin hanümanı kurtulacak?
O bir tutuşmaya görsün, ne od kalır, ne ocak!
Neden beş altı vatansız beş altı kundakçı,
Yığın yığın buluyor arkasında yardakçı?
Niçin hakir oluyor, sonra, durmayıp öteden,
Koşun! Diyen, bu cehennem henüz kıvılcım iken.
Ne intihaba çalışmak, ne i’tilaya emek;
Cihan yıkılsa bizim halk, uyanmadan gidecek!
Onun kıyamı için Sür’u beklemek lazım!
Bu duygusuzluğa bir çare yok mu, Allah’ım?
Zavallı köylüye, ilkin, epeyce sövmüşler;
İşitmemiş Bu sefer bir odunla dövmüşler.
Birer davul kadar olmuş da budlarındaki şiş,
Davul çalınmada, zannım, aşağki evde! demiş.
İnince, derken, odunlar budur, deyip beyni,
Davul bizim eve gelmiş! ” demiş sonunda, hani?
Bizim de halimiz ayniyle köylünün hali!
Harim-i Şer’-i Mübin’in, zemin-i İslam’ın,
Birer birer yıkılırken husün-i iclali;
Yerinden oynadı yerler de, bizler eyyamın
Tekallübatına biganeyiz hayal ettik,
Kımıldamaksızın imanı küfre çiğnettik!
Kımıldamak yine yok bizde cebr-i mafata;
Kim uğramıştı, unuttuk, geçen beliyyata!
Bizim muhiti, bizim halkı seyredince nazar;
Görür ki: Beyni bozulmuş yığın yığın kafa var.
Düşünceler mütehaliftir istikaamette;
Şu var ki, hepsi nihayet bulur sakaamette!
Birinci zümreyi teşkil eden zavallı avam,
Bıraksalar edecek tatlı uykusunda devam.
Bugün nasibin! yerleştirince kursağına;
Yarın nedir? Onu bilmez, yatar dönüp sağma.
Yıkılsa arş-ı hükümet, tıkılsa kabre vatan,
Vazifesinde değil: Çünkü hepsi Allah’tan!
Ne hükmü var ki esasen yalancı dünyanın?
Ölürse, yan gelecek Cennet’inde Mevla’nın.
Fena kuruntu değil! Ben derim, sorulsa bana:
Kabul ederse Cehennem ne mutlu, amca, sana!
İkinci zümreyi teşkil eden cema’at ise,
Hayata küskün olandır ki: Saplanıp ye’se,
Selametin yolu yoktur Ne yapsalar boşuna!
Demiş de hırkayı çekmiş bütün bütün başına.
Bu türlü bir hareket mahz-ı küfr olur; zira:
Taleble amir olurken bir ayetinde Huda;
Buyurdu: Kesmeyiniz ruh-i rahmetimden ümid;
Ki müşrikin olur ancak o nefhadan nevmid.
Bu bir; ikincisi: Ye’sin ne olsa esbabı,
Onun atalet-i külliyyedir ki icabı,
Teressübatını etmiştik önceden tahlil.
Üçüncü zümreyi kimlerdir eyleyen teşkil?
Evet, şebab-ı münevver denen şu nesl-i sefih.
-Fakat nezihini borcumdur eylemek tenzih –
Bu zübbeler acaba hangi cinsin efradı?
Kadın desen, geliyor arkasından erkek adı;
Hayır, kadın değil, erkek desen, nedir o kılık?
Demet demetken o saçlar, ne muhtasar o bıyık?
Sadası baykuşa benzer, hıramı saksağana;
Hülasa, zübbe demiştim ya, artık anlasana!
Fakat bu kukla herif bir büyük seciyye taşır,
Ki, haddim olmıyarak, aferin! desem yaraşır.
Nedir mi? Anlatayım: Öyle bir metaneti var,
Ki en savulmıyacak ye’si tek birayla savar.
Sinirlerinde te’essür denen fenalık yok,
Tabiatında utanmakla aşinalık yok.
Bilirsiniz, hani, insanda bir damar varmış,
Ki yüzsüz olmak için mutlakaa o çatlarmış;
Nasılsa Rabbim utandırmasın! duası alan,
Bu arsızın o damar zaten eksik alnından!
Cebinde gördü mü üç tane çil kuruş, nazlım,
Tokatlıyan’da satar mutlakaa, gider de, çalım.
Eğer dolandırabilmişse istenen parayı;
Görür mahalleli ta karnavalda maskarayı!
Beyoğlu’nun o mülevves muhit-i fahişine
Dalar gider, takılıp bir sefilenin peşine.
Haya, edeb gibi sözler rüsüm-i fasidedir;
Vatanla aile, hatta, kuyüd-i zaidedir.
Diyor da hepsine birden kuduzca saldırıyor
Ayıp değil mi? demişsin Aceb kim aldırıyor!
Namaz, oruç gibi şeylerle yok alış verişi;
Mukaddesat ile eğlenmek en birinci işi.
Duyarsanız kara kuvvet bilin ki: İmandır.
“Kitab-ı köhne de – haşa – Kitab-ı Yezdan’dır.
Üşenmeden ona Kur’an’ı anlatırsan eğer,
Çu ezberindeki esmayı muttasıl geveler:
Kuruun-i maziyeden kalma cansız evradı
Çekerse, doğru mu yirminci asrın evladı?
Nedir alakası yirminci asr-ı irfanla
Bu şaklaban herifin? Anlamam ayıp değil a!
Meta’-ı fazlı mı varmış elinde gösterecek?
Nedir meziyyeti, görsek de bari öğrensek.
Hayır! Mehasin-i Garb’ın birinde yok hevesi;
Rezail, oldu mu lakin, şiarıdır hepsi!
Bütün kebaire tiryaki bir kopuk tanırım
– Ne oldu bilmiyorum şimdi, sağ değil sanırım –
Kumar, şena’atin akşamı, irtikab, içki
Hülasa defter-i a’mali öyle kapkara ki:
Yanında leyl-i cehennem, sabah-ı cennettir!
Utanmıyor musun? Ettiklerin rezalettir!
Denirse kendine, milletlerin ekabirini
Sayardı göstererek hepsinin kebairini:
Filan içerdi Filan fuhşa münhemikti diye,
Mülevvesatım bir bir rical-i maziye
İzafe etmeye başlardı paye vermek için.
Peki! Fezaili yok muydu söylediklerinin?
Diyen çıkarsa müverrihlik etmedim! derdi.
Şu zübbeler de, bugün, aynı ruhu gösterdi.
Fransız’ın nesi var? Fuhşu, bir de ilhadı;
Kapıştı bunları yirminci asrın evladı!
Ya Alman’ın nesi var zevki okşayan? Birası;
Unuttu ayranı, ma’tuha döndü kahrolası!
Heriflerin, hani, dünya kadar bedayi’i var:
Ulumu var, edebiyyatı var, sanayi’! var.
Giden birer avuç olsun getirse memlekete;
Döner muhitimiz elbet muhit-i ma’rifete.
Kucak kucak taşıyor olmadık mesaviyi;
Beğenmesek, medeniyyet! diyor; inandık, iyi!
Ne var, biraz da ma’arif getirmiş olsa desek;
Emin olun size hammallık etmedim? diyecek.
Ne kaldı arkaya? Dördüncü kısmın efradı.
Bu zümrenin de sefahet hayat-ı mu’tadı.
Hem i’tiyadını hiçbir zaman değiştiremez;
O nazlı sineye, zira, acıklı şey giremez!
Geçen kıyamet için fırtınaydı, geçti diyor,
Diyor da zevkine, vur patlasın, devam ediyor.
– Bugün Florya mı? A’la! Yarın ne var?
– Konser
Sular da pek ömür amma, açık değil, dediler.
– Açılmamış diye evlerde kalmak olmaz ya!
– Hakikat öyle! Ne yapsak? Gider misin Mama’ya?
– Ne var ki?
– Orta oyun var. Gelir misin? Haydi!
– Kavuklu, Hamdi mi? Gerçek O sağ değil
– Abdi.
– Hayır hayır! Bana lazım değil ne Abdi, ne şey! ..
– Nedense pek. asabisin bugün, Feridun Bey!
– Değil, bu tatsız oyunlar çekilmiyor: Monoton!
– Peki! Ne yapmalı? Sen bari söyle Bak: Saat on.
– Evet, ne yapmalı? Dur dur! Ne Üsküdar, ne Mama
Tiyatro olmalı, yahud güzelce bir. sinema.
Demek tiyatro severmiş benim sevimli beyim
O halde ben ona tam altı sahne arzedeyim:
Ki her birinde değişsin bütün bütün ahenk;
Zemini yeknesak olsun, edası renga-renk!
Edirne kal’asıdır gördüğün hisar-ı mehib;
O zirvesinde biten simsiyah ağaç da: Salib!
Murad-ı Evvel’i sırtında gezdiren tepeler,
Nasıl rüku ediyor Ferdinand’a, bak, bu sefer!
Bizim midir sanıyorsun şu yükselen bayrak?
Çeken: Savof Lala Şahin değil, kuzum, iyi baki
Edirne İşte o İslam’ın ahenin suru;
Edirne İşte o Şark’ın cebin-i mağruru;
İkinci arş-ı tealisi Al-i Osman’ın;
Birinci mevki’-i feyyazı, belki, dünyanın;
Edirne işte o istanbul’un demir kilidi;
Sefil ayakları altında Bulgar’ın şimdi!
Muzaffer ordusu hakkıyle intikaam alıyor:
Çoluk, çocuk, kadın, erkek, ne bulsa parçalıyor.
Bu katl-i ama da raziyim ihtiram olsa,
Harim-i dini de geçtik, harim-i namusa!
Şu dört minareli cami’ ki yoktu hiçbir eşi;
Ki parlıyordu hilalinde san’atın güneşi;
Salibi sineye çekmiş de bekliyor Nevmid!
Ezan sadası değil duyduğun tanin-i medid!
O şanlı ma’bedi Sultan Selim-i mağfurun,
Ki ihtişamına benzerdi subh-i mahmurun,
Nasıl gurub edivermiş ki: Bir ziya, bir nur,
O kanlı bezlerin altından olmuyor manzur!
Ne sinesinde Huda var, ne hatırında Nebi
Zalam-ı küfre gömülmüş boyunca iaşe gibi!
Birer mezar-ı müebbed kesilmiş evlere bak:
Beş ayda kırk bini sönmüş ki yanmıyor tek ocak!
Sokak sokak dolaşan sayha: Vapesin feryad;
Derin derin duyulan ses: Enin-i istimdad.
Dışarda kendisi mahkum, içerde namusu
Esiri öldürüyor, bak ki, zulmün en koyusu!
Meriç’le Tunca’nın üstünde gördüğün kümeler
Nedir bilir misin? Enkaaz-ı tarumar-ı beşer!
Sarayiçi’ndeki biçareler ki hepsi kadın
Kenara vurmuş olan kısmıdır bu ecsadın!
Nazarlannda sönen gözlerin sönük nazarı;
Kulaklarında civarın enin-i muhtazarı;
Kucaklannda birer na’ş-ı pare pare defin
Ecelle uğraşıyor bir yığın kemik Ne hazin!
Yalın ayak, baş açık, bir paçavra sırtında;
Bu tamtakır adanın tamtakır muhitinde;
Acından ölmeye mahkum olan zavallıları,
Sular bıraksa da Bulgar bırakmıyor dışarı!
Ne kurtulur, ne ölür Derde bak, felakete bak:
Hayat? O hakkı değildir, ölüm? ölüm de yasak!
– Nedir şu karşıki vadiyi bir alev buruyor;
Fakat yılan gibi yerlerde kıvranıp yürüyor?
– Nedir mi? Kükremesinden de bellidir: Arda
– Ya imtidad-ı mehibince yükselen her ada?
– Mezar-ı sahihi binlerce gövdenin, kafanın!
– Bu kıpkızıl derenin reng-i ateşini, sakın,
Şafak bulutlarının zilli olmasın?
– Heyhat!
Sevahilinde onun söndürüldü öyle hayat:
Ki aktı sel gibi aylarca hun-i mazlumu!
– Bu kanlı perde nedir?
– Hangi kanlı perde, şu mu?
Gümülcine’yle havalisidir ki, bir canavar
Bu mel’anetleri yapmaz – meğer ki Bulgarlar! –
Ne ihtiyar seçiyor, bak, ne kimsesiz tanıyor;
Beş altı günde otuz bin adam boğazlanıyor!
Pomakların deşilip süngülerle vicdanı;
Alınmak isteniyor ta içinden imanı!
Birer birer oluyor ırzı, mali, yurdu heder
Gidince hepsi elinden: Ya Bulgar ol, ya geber!
Şu, göğsü baltaların en koniyle parçalanan,
Şu, beyni taşların altında uğrayıp kafadan,
Karın, çamurların üstünde, inleyen canlar;
Şu, bir yığın kömür olmuş, kül olmuş insanlar;
Ki gazlı bezle, o olmazsa, yağlı katranla
Yakıldı Bulgar’a şayeste bir soğuk kanla;
Salibe secdeye varmak Huda’ya isyandır.
Deyip Huda’sına kurban olan şehidandır.
Ya Bulgar ol, ya geber! sade hainin dediği
Tanassur etmeye koyvermiyor ahaliyi,
Bahanesiyle imam görmüyor mu, çıldırarak,
Kuduzca saldınyor intikaam için ite bak!
Sarıklarından asılmışların hesabı mı var?
Yetişmiyor gibi yer, bir de gökyüzünde mezar!
Siz, ey başındaki destarı etmeyip de feda,
Onunla alem-i lahuta yükselen şüheda!
Ne mutlu sizlere: Dünyada çok ölüm gördüm;
Tahattur etmiyorum böyle kahraman bir ölüm.
Cihanda Habl-i İlahi’ye i’tisama, sizin
Şu kahramanlığınızdır yegane levh-i güzin!
Siz, ey vücuduna elvermeyip de hak-i mezar,
Nesim-i safa gömülmüş rical-i berhurdar!
Biz almasak bile a’dadan intikaamınızı;
Huda ki defter-i ebrara yazdı namınızı,
Günün birinde şu dağlardan indirir elbet,
O intikaamı alır kanlı canlı bir millet!
– Nedir uzakta nümayan olan şu ıssız ova?
Ki pek hazin duruyor?
– Bilmiyor musun? Kosova!
Nasıl bilirdin! Evet, bilmesen de hakkın var:
Bırakmamış ki, taş üstünde taş, kuduz canavar!
Yol uğratıp da bu sahradan önce geçmişsen;
Görür müsün, bakalım, bir nişane geçmişten?
Zemini öyle boyanmış ki, hun-i İslam’a:
Kızıl kesafeti çökmüş cebin-i eyyama!
Kızıl ufukların altında kıpkızıl her yer
Kızardı, baksana, dağlar, kızardı vadiler;
Kızardı çehre-i dünya; kızardı ruy-i sema;
Fakat şu mavili bayrak kızarmıyor hala!
Onun salındığı yerlerde bir kızıl tufan,
Ne can bıraktı, ne iman, ne boğmadık vicdan!
Minareler serilip hake, sustu ma’bedler;
Yıkıldı medreseler; dümdüz oldu merkadler.
Mesacidin çoğu meydanda yok, kalanlar ise,
Ya gördüğün gibi meyhanedir, ya bir kilise.
Şehirde evlere baskın; kazada katl-i nüfus;
Kurada kalmadı telvis olunmadık namus!
Yapan da kim? Adı Osmanlı, ruhu Yunanlı,
Bu işde en mütehassıs bölük bölük kanlı!
Mukaddes orduyu te’yid eden bu azgınlar
Saçıp savurdular etrafa öyle yangınlar:
Ki uğradıkları yerlerde tütmüyor bir ocak
Kıyam-ı haşre kadar, belki tütmeyip duracak!
Adım basında şekaavet, adım basında kıtal;
Şena’atin ne kadar kanlı şekli varsa: Helal!
Şu, haç kazılmak için alnı parça parça olan;
Şu, vaftiz etmek için buzlu gölde dondurulan
Zavallılarla soğuklarda titreşen eytam;
Şu, süngülerle aranmış delik deşik erham;
Şu, na’şı kanlı çarıklarla çiğnenen kızlar;
Şu, hanedanı sönenler; şu hanümansızlar;
Şu ümmehat-ı perişan; şu derbeder evlad;
Şu, saç yolan ninecikler; şu inleyen ecdad;
Şu, bombalarla çöken kubbeler derunundan;
Kemik sütunları halinde fışkıran ecsad;
Şu kül yığınları altında saklı gövdeleri
Tavaf eden, o yürekler dayanmıyan feryad;
Tiyatrolarda görülmez, değil mi, nazlı beyim?
Sıkıldın öyle mi? Dur başka sahne göstereyim:
Bilir misin duyulan hangi yurdun inlemesi? ..
İkindi oldu mu yahu? Nedir bu salli! sesi?
Evet ikindi Gelin bari bir dua edelim.
Kabul eder diyelim Hakk’a iltica edelim:
Ya Rab, bizi kahretme, helak eyleme
– Amin!
Ta ibret olup kalmıyalım aleme
– Amin!
Yetmez mi celalinle göründüklerin artık?
Kurban olayım, biz bu tecelliden usandık!
Bir fecr-i ümid etmeli ferdaları te’min
Göster bize, ya Rab, o güzel günleri
– Amin!
Ferdalara kaldıksa eğer Nerde o ferda?
Hala mı bu İslam’ı ezen matem-i yelda?
Hala mı bu afaka çöken perde-i hünin?
Narın yetişir Bekliyoruz nurunu
– Amin!
Müstakbel için sine-i millette emel yok!
Bir ukde var ancak, o da: Tevfik-i ezel yok!
Sensin edecek var! diye vicdanları tatmin.
– Amin!
Kur’an ayak altında sürünsün mü, İlahi?
Ayatınm üstünde yürünsün mü, İlahi?
Haç Ka’be’nin alnında görünsün mü, İlahi?
Çöksün mü nihayet yıkılıp koskoca bir din?
Çektirme, İlahi, bu kadar zilleti
– Amin!
Ve’1-hamdu li’1-lahi Rabbi’l-alemin