Beklemiyorum artık yıldızları ve seni
Avuçlarımda yorgun bir ıstırap, bir kalem
Yollarına bıraktım bozulan mihengimi
Girsem yer kabuğuna, kahrın kuytularına
Bağbozumu gözlerin görsün diye rengimi
Karışsam çöllerinden sızan Nil sularına
Sensiz olduğun günün akşamında, bakarsın
Yanı başında duran bir elçidir varlığım
Nasıl tutuşturursa kum saatini hicran
Ya da son bir serçenin minyatür kanatları
Oynatırsa yerinden dağların yüreğini
Anlarsın ki sinemde gök siyah, toprak sarı
Alevleri ağlayan bir yangındır bu iklim
Anlattım gün ışığı tebessümlerle, mağrur
Bir yangın ki, ışıksız, kıvılcımsız ve derin
Bir deprem, bir kıyamet bu inkisar evinde
Anladı sefil baykuş, âmâ ve dilsiz ölüm
Bu yangın bir kez olsun gülmedi alevinde
Duymuş olmalı ceylan, kaktüs, kervancı başı
Her birinde bu şarkı kırılgan ve kederli
Titreyerek sarsılan bir çölün ortasında
Öyle bir düşürdün ki ardıma gölgeleri
Vaktin ne olduğunu öğrettin de, saatim
Asla yanılmayacak ne ileri, ne geri
Benzemez başkasına bir akrep, bir yelkovan
Hiç kimsenin zamanı aynı renge boyanmaz
Acının paylaşılmaz bir yangına dönüşüp
Taşı da, korkuyu da erittiği bir günde
Yıktın mağaramdaki çocuğun evrenini
Minnettarım sana bu muamma denizinde
Takvimlere bakınca çöküyor can kalesi
Günlerin boynu bükük, ay yaralı içimde
Öyle bir kanattın ki, dakikalar ve hüzün
Ateşten damlalarla yakıyor ellerimi
Öyle bir öğrettin ki, ne olduğunu vaktin
Beklemiyorum artık yıldızları ve seni