Güzel bir zamandı.
1963 yılının Eylül ayı. Anadoluhisarının eski ve kocaman ahşap yalılarından birinde, hanımelleri, mor salkımlar, vişne ağaçlarıyla dolu kuytu bir bahçede, sabahları rıhtımı yalayan denizi, gün boyu satıcıların seslerini ve akşamüstleri İsfahan faslının gizli serinliğini dinleyerek geçirilmiş bir yazdan sonra birden başlayan yarı kanatlı yarı gölgeli günler.
Celâlle birlikte, Hukuk Fakültesinin benim için üç yıl ara verilmiş diploma sınavına hazırlanıyorduk. îçimiz sürekli bir isyanla doluydu. Kitapları açtıktan kısa bir süre sonra, İranda ve Türkiyede, yani hukukun karanlık sürprizlerle dolu bir labirent haline dönüştüğü ülkelerimizde yaşayan hüsnüniyet sahibi üçüncü şahısların tümüne veryansın ederek kapatıyor, Furuğ Ferruhzaddan söz etmeye başlıyorduk. İranın o sırada henüz yirmi yedi yaşındaki genç ve fırtınalı kadın şairinden.
Onun, Şah dönemi işkencelerine ve yeryüzündeki tüm haksızlıklara karşı yükselttiği karanlık bir çığlık olan Yeryüzü Ayetlerini birlikte çevirdik ve Yapraklar dergisinde yayımladık. Tıpkı aynı dergide çevirisini yayımladığım Juan Goytisolonun Çürüyen Bir Ülke: İspanya yazısı gibi büyük ilgiyle karşılandı şiir. Sonraki yıllarda da unutulmadı.
Fakülte yılları boyunca sadece benim değil, Demir Özlünün, Selahattin Hilavın, Doğan Hızlanın, Yaşar Kemalin, Atilla Tokatlının da yakın arkadaşı olan Celâl Hosrovşahi, çağdaş Îran edebiyatının yetenekli yazarlarından biri olduğu kadar, klasik doğu metinlerinin çoğunu ezbere bilecek kadar birikimi zengin bir gençti. Çok sevdiğim Sadık Hidayeti onun bilgisiyle daha derinden tanıdım. Hafızı, Hayyamı, bizdeki ve Batıdaki çevirilerinden çok daha başka yönleriyle.
Onun çoğu kez, olağanüstü esprilerle süslediği, Azerî renkler taşıyan zengin konuşmalarını dinlerken hep şaşırırdım. Çağdaş Fransız, Alman, İtalyan, Rus yazarlarını, ozanlarını bunca yakından tanırken, hatta Tagore ve İkbal gibi doğu ozanlarını bile dilimize çevirmişken, nasıl olmuştu da bunca yakın bir komşu ülkenin edebiyatı bize bunca uzak kalmıştı?
Nima ile başlayan ve Furuğa kadar uzanan modern İran şiiri nasıl karanlıkta bırakılmıştı bizler için? Birlikte oturup, Deryabenderinin Hacerin Kısa Bacaklı Tavuğu öyküsünü çevirirken sorardım Celâle: Nasıl bugüne kadar tanımamışım bu olağanüstü öykü yazarını? ” Bana heyecanla, son otuz yılın önemli romancılarını, ozanlarını, öykü, deneme yazarlarını anlatırdı.
Ama tam kestiremediğim bir nedenle, bütün konuşmalarımız Furuğla noktalanırdı. Bana açmadığı bazı şeyler olduğunu sezerdim. Ama doğulu erkeklerin çoğunluğu gibi ölümüne dostluk ancak sırdaş değil.
Olağanüstü güzel bir Boğaz ikindisiydi. Komşumuzun oğlu ve küçük arkadaşımız Erdinç, köpeğini de bindirdiği ufak kayığından bize sesleniyordu: Abi, bir Göksu yapalım mı? Kayık, çırpıntılı sularda ceviz kabuğu gibi sallanıyordu. Kara Ticareti Hukuku kitaplarını kapadık. «Dördümüzü almaz o tekne, batar dedim. Bir avuç vişne yemiş gibi güldü. Atladı, rıhtıma çıktı. Köpek de ardından. iyi dedi, siz dolaşın. Ben tepeye çıkacağım.
Az sonra
……….
……….