(Anadolu’dan Mehmed’e)
Yine uğulduyor can fırtınası,
Nereye bu sefer böyle Mehmed’im?
Serçe parmağında nişan kınası,
Burda boynu bükük gönlün sunası;
Vuslat ötede mi? Söyle Mehmed’im! ..
***
Bu davullar düğüne mi, üne mi?
Şu çağrılar yarına mı, düne mi?
Umutların geceye mi, güne mi?
Yavuklun yaylaya asılmış ağıt,
Yanıyor eline verilen kâğıt;
Sefer mi var ana kurban? Yine mi?
Söyle! Gözyaşların çok mu derinde
Ki, ağıtlar ıslanıyor terinde?
Düğün kurulacak harman yerinde,
Şu ferman ateşi yaktı sinemi;
Sefer mi var ana kurban? Yine mi? ..
Tıkıştırıp bir torbaya telaşı;
Yine hangi sahra, hangi dağ başı?
Gönlüm boynu bükük kuğu, gözyaşı;
Hasret yüzdürdüğüm göl Mehmed’im göl! ..
* * *
Yine mi çağırır öteler seni?
Yine mi dönüşsüz gidişler oğul?
Üç akçe koyduğun meşin keseni
Kuşağına tıkmağınan erm’oldun?
Bir davul sesine seferberm’oldun?
Terlememiş bıyığına tarak yok,
Hasat zamanıdır; el yok, orak yok,
Çehrelerde yoksulluğun deseni;
Bugün bitti, yarınlara merak yok…
Zorluklara düğümledik eseni,
Döner çark-ı felek; dur yok, durak yok!
Kışlarda, gelecek yaza kanaat;
Yazlarda ne san’at, ne de zanaat.
Usta yorgun, yetişecek çırak yok…
Hangi kalem çizer can hendeseni?
Hep böyle mi olur bu işler oğul?
Var git, burda kalsın iğdişler oğul! ..
Aşa söylenmezdin, aşka demezdin,
Olacak derdin de, başka demezdin.
Yavuklun dudakta can dişler oğul;
Hep böyle mi olur bu işler oğul? ..
Bu ne benim suçum, ne senin hatan,
Savaşırca sevişirdi hep atan…
Savaş ile sevdasını bir tutan
Özündeki deli döl Mehmed’im, döl! ..
* * *
Kan çıngısı davul zurna sesinde;
Çöllerin çağrısı hoşa mı gider?
Kaç bahar yolladık turna sesinde?
Bunca dolu vagon boşa mı gider?
Sen ey kara gözlü ana kuzusu!
Matrandaki hangi pınar, hangi su?
Çöllere rahmet mi gözümdeki yaş?
Kör sapanın savurduğu kara taş;
Ölüm olur garip kuşa mı gider?
Ey gözyaşı! Sen ey sabrın cengi su!
Ey var oluş! Ey yokluğun rengi su!
Mehmed’imin kanı mıydı çölleri
Çiğil çiğil yeşertecek bengisu?
Katar katar olmuş karayağızlar;
Alnına çarpacak taşa mı gider?
Yine karabulut gözümde sızlar;
Yağmurlar yapıldak yaşa mı gider?
Ey devran! Ey ömrün bu son gününde,
Şu Maraş çangalı, şu kara künde;
Bu zorlu güreşte tuşa mı gider?
Yine nerden esti bu deli rüzgâr?
Şu taze baharlar kışa mı gider?
Yine hangi çölde kan şöleni var?
Redif alayları Huş’a mı gider? ..
Hangi karanlığa mumu istersin
Ki, seni emecek kumu istersin?
Tutuşan bağrına su mu istersin?
Yemen yayla değil, çöl Mehmed’im, çöl! ..
* * *
Allahüekber’de Tekbîr alanda,
Dondu nefesinde dağların sesi…
Soldu boz gerçekler pembe yalanda,
Uludu arkandan çağların sesi…
Künyen karalandı alın yazında,
O yalçın dağların kar ayazında
Kapandı sesine çığların sesi! ..
Ve gittin yüreğin avuçlarında,
Dal gibi dağların en uçlarında
Tutuşturdu Albayrağı al kanın.
Kulağında sesince bin tufanın,
Kükredi Mohaçlı tuğların sesi!
Yürüdün bağrında açan yaranda,
Bir basamak kaldı gökle aranda…
Sonra bir ses duydun, su sesi gibi;
Gökçe kumruların “hu” sesi gibi…
Açıldı alnında akça bir çiçek;
Şanlı Peygamber’in bûsesi gibi…
Anayım ay oğul, Anadolu’yum,
Oğul kurban veren ana doluyum.
Dilimde döngele dikenleri var;
Çok söyletme, öylesine doluyum…
Malazgirt’te, Kosova’da, Yemen’de
Dökülen kanların kaynıyor bende…
Çöldeki kumlarda, dağdaki karda;
Ayak izlerin var patikalarda…
Sesinle bir türkü söylüyor şu kuş,
Sanki sen çökmüşsün gibi şu yokuş.
Destanlar hep seni söylüyor, dinle!
Barışık değildir yüreğin kinle;
Bozkıra yağ, yaylaya yağ, çöle yağ,
Çisil çisil bahçemdeki güle yağ…
Sesin, solmayacak bağların sesi,
Ölümü öldüren sağların sesi…
Nişanlıydın, orda yaptın toyunu,
Atandan almışsın asil huyunu;
Seni vuran düşmanınla suyunu,
Kuru ekmeğini böl Mehmed’im, böl! ..
* * *
Nerede, ne zaman kopsa kıyamet;
Haksızlığın karşısında kıyam et!
Küçücüktün, çelimsizdin daha dün;
Büyüdün, büyüdün, öyle büyüdün
Ki, senin adına Şehit dediler,
Cennet açık sana, var git dediler…
Bilseler arkandan ağıt yakanlar,
Seni bir tül gibi saran o kanlar
Bir çift kanat gibi olur da medar;
Yüceltir ta arş-ı âlâya kadar…
Sen ey gazaların gök velvelesi,
Sen ey dağ rüzgârı, çöl zelzelesi,
Sen ey tahammüle son veren yıkım,
Sen ey çığlıkların son helhelesi! ..
Ey şehit; bayrağa sarılan bayrak,
Dön diyen Allah’a varılan bayrak,
Bizi de şefaat gölgene çağır,
Mahşerde altında durulan bayrak! ..
Sen ki, tek çiçekten bin-bir destesin,
Vatan diyen, bayrak diyen sestesin,
Sen susarsan bin yıldırım ses verir;
Sen ay oğul, bir İlâhî bestesin…
Sesin gökler gibi sarmış cihanı,
Bebeğin aldığı ilk nefestesin.
Kılıçlar kesemez bu çağlayanı;
Meğer vâde yetip Mevlâ “kes” desin…
* * *
Sen ay oğul, ey ebedin ezeli,
Değecekse namusuma yâd eli;
Şu solmayan Ay-Yıldızlı tan için,
Anadolu denen bu vatan için,
Beş vakit ünleyen ezan aşkına,
Karşıla ölümü yolun başında! ..
Adın olmasa da mezar taşında;
Bil ki, nerde ölsen bende yatarsın,
Her gün bende doğar, bende batarsın…
Uğrunda canını verdiğin Sancak,
Ölürsen eğilir önünde ancak…
Ölüm dediğin ne? Al bağrına çak!
Öldükçe yaşarsın; öl Mehmed’im, öl! ..