ağır pazar örtmüş kaynayan kanı,
haftalık ağırlık çömelmiş kaslarına,
kendi içine düşmüş nedensiz
çalan çanları bulmuş ve biz de
mutlu olacağız zincir sesleriyle
çanlarla birlikte içimizde çaldıracağımız…
bizi kamçılayan bu dil,ne ışıkta irkiliyoruz?
sinirlerimiz kamçı zamanının avuçları içinde
ve kuşku geliyor tek bir renksiz kanatla
vidalayarak,sıkıştırarak,ezilerek içimizde,
paketi açılmış,buruşuk bir kağıt gibi,
acının balıklarının kaymasına bir başka
yaşın armağını gibi…
çanlar çalıyor nedensiz ve biz de…
meyvelerin gözleri dikkatle bize bakıyor
tüm hareketlerimiz kontrol altında,
hiçbir şeyimiz yok gizli saklı.
ırmağın suyu yatağını öylesine yıkamış ki,
eski değişikliklerin altı oyulmuş…
esrimeleriyle kurumuş kışkırtmalara bağlı,
güçsüzlerin ilgisini çeken hayatların yaladığı,
barlardaki duvarların ayaklarıyla sürüklenen
bakışların tatlı çocuklarını taşıyor.
günlük gazetelerin boğuculuğuna
hizmet eden kaynaklar,
kurumuş ellerle alınan bakışlar,
dinlenmeyi veya eğlenmeyi gerektiren
sabahın iliğine bir çiçek gibi vidalanan
gülümsemenin kaygılı zenginliğini veren
günün getirdiği aydınlık veya kuşkulu görüntü
elektriğe dokunmalar,titremeler,sarsılmalar
serüvenler,ateş,gerçeklik veya kölelik
kentin kaldırım taşlarında kullanılmış
ve sadakaların onca aşağılığı ile cezalandırılmış
farklı fırtınalar boyunca sürüklenen bakışlar
yakından izliyor su şeritlerinin çevresinde
ve denizlere doğru akıyor beraberinde götürerek
değersiz insannları ve onların aldatıcı görünüşlerini.
ırmağın suyu yatağını öylesine yıkmmaış ki
ışık bile kayıyor düz dalgada
ve kayaların keskin parıltısıyla düşüyor dibe
çanlar çalıyor nedensiz ve biz de…
kendimizle birlikte taşıdığımız kaygılar,
her sabah giydiğimiz
iç giysilerimizdir bizim.
yararsız metal bulmacalarla süslü,
gecenin düşten elleriyle yıktığı,
yuvarlak görüntülerin banyosunda arınmış,
kentlerde kırımlarla kurbanlarla hazırlanmış,
bakış açılarının yok edildiği denizlerin yakınında,
tedirgin sertliklerin dağları üzerinde,
kederli uyuşuklukların kentlerinde,
kafanın üzerindeki ağır el…
çanlar çalıyor nedensiz ve biz de…
gidişlerle gidiyor,gelişlerle geliyoruz
başkaları gelirken gidelim,giderken gelelim biz
nedensiz,biraz kuru biraz güçlü sert
ekmek,besin,daha çok ekmek eşlik eden
dilin gamındaki tatlı şarkıya
renkler ağırlıklarından vazgeçiyorlar ve düşünüyorlar
düşünüyorlar ve bağırıyorlar ve kalkıyorlar
ve besleniyorlar
çekirdeğinin etrafında sözü dokuyan
ısıyı düşüren düz duman gibi
hafif meyveleriyle çağrıldığımız düşü
çanlar çalıyor nedensiz ve biz de..
yürüyoruz karınca gibi kaynayan yollardan
kaçmak için
bir görüntü şişesiyle bir hastalık tek
tek bir hastalık ölümü beslediğimiz
ezgiyi içimde taşıdığımı biliyorum
ve korkuyorum
ölümü taşıyorum,eğer ölürsem
ölümdür beni görünmez kollarıyla
taşıyacak olan
sonlar ve hafifler zayıf otun kokusu gibi,
sonlar ve hafifler nedensiz gidiş gibi,
acısız,borçsuz,pişman olmaksızın…
çanlar çalıyor nedensiz ve biz de
bizi zincire bağlayan zincirin ucunu
aramak niye?
çanları çalın nedensiz ve biz de
içimizde kırılmış çanları çalacağız
sahte paralara karışan gümüş paralar,
ağız dolusu gülünen bayramların kalıntıları
ve fırtınada
uçurumları açabilen kapılarla
hava mezarları kuzeyli kemikleri öğüten değirmenler,
başımızı göğe taşıyan ve
erimiş kurşun geceyi damarlarımıza tüküren
bayramlar.
konuşanı konuşanı konusuyorum,yalnızım
küçük bir gürültü değilim,içimde çok gürültü var
donmuş bir gürültü,dört yol ağzında ezilmiş,
nemli kaldırama atılmış.
ölümleriyle birlikte koşturup duran insanların ayaklarına
kollarını açan ölümün etrafında,
saatin kadranında tek canlı güneşte yaşayan
sıklaşıyor gecenin karanlık soluğu
ve damarlar boyunca çalıyor deniz kavalları
çeşitli varlıkların yataklarının oktavlarına aktarılmış
yaşamlar yineliyor kendini sürekli atom
yetersizliğine kadar.
yukarıda öylesine yukarıda ki göremeyiz
pek çok yoldan mor ötesini
bu yaşamımızla göremediğimiz
gidebileceğimiz yollar
dünyaya gelmemiş,olabileceğimiz yollar
veya uzun cok uzun zaman önce gitmiş
olabileceğimiz yollar…
unutulmuş olan ve zaman ve etimizi emen yeryüzü,
tuzlar ve erimiş metaller kuyuların dibinde saydam,
çekirdeğinde sözü dokuyan ısıyı
düşünüyorum çağrıldığımız düşü….