Kalabalık,
kabarık şehir;
çok şehir,
çok beton,
yok: İnsan…
Çok: Şehir;
hiç: İnsan!
Sevgileri güneşte çekmiş, ruhları eprimiş
ve ihanetlerini cüzdanlarıyla besleyen hiç insanlar,
geldiler; milli piyango ve otobüs biletleriyle
kürdanlarıyla, balgamlarıyla, ayakkabı bağlarıyla
nüfus cüzdanlarıyla, “kazı kazan”larıyla,
visa kartlarıyla, maskeleriyle, markalarıyla…
Güneşin heybetine bakmadan
ve aldırmadan rüzgârın zarafetine…
Birer küfe gibiydi omuzlarında hayat;
her biri kendince yokuşlarda,
her biri amansız yokoluşlarda,
şarkıları yankısız,
aşkları unutuşlarda…
Kapanıp gündüzlerin ıssız odalarına;
hepsi çürük akşamlardan
ve bayat sayımlardan kalma (!)
Geldiler,
göğe bakmadan,
dokunamadan o uzak ovalara
telaşla,
günlerin bulanık sularında…
Hiç insan,
sabahın köşesinde
kusmuş şehrin şanına;
sabahlar akşamına,
adamlar aşklarına,
kusmuş günlerin bulanık sularında.
Sevgisiz kaldık, sevgisiz kaldık
kısacık Nisan akşamlarında…
Şimdi hızla yırtılan aşiretlerden
aşüfteler, kalpazanlar ve ateistler çıkaran ülkem,
savur beni şu pusun, ayazın ortasına,
çıkarıp sığ sulardan yakıştır okyanuslara
ve kavuştur o eski masal kahramanlarına…
Çünkü böyle bir raunt isyan, beş rekat hüzün
Yetmiyor haziran akşamlarında…
Şimdi parklar fesleğen kokarken
yoksullar soluk soluğa;
fıskıyeler upuzun,
taşıtlar süratle otobanlarda;
telaşla,
herkes günlerin bulanık sularında…
Oysa hepimizin gidebileceği bir vadi olmalıydı…
Artık ömürlerimiz bu tükürülmüş bulvarlara kanar
Ve rüyalarımızda bir görünür bir kaybolur serin pınarlar;
bu yüzden yaktığımız bütün kibrit çöpleri
en çok da içimizde yanar ha yanar…
Kalabalık,
kabarık şehir;
çok şehir,
çok beton,
yok: İnsan…
Çok: Şehir;
hiç: İnsan!
Hiç
insan;
doyumsuz,
tedirgin,
korkak…
Sabırsız,
tutkusuz,
kaypak…
Şimdi herkes yüreğinin avlusuna bir servi kadar.
Rüyalarında bir görünür bir kaybolur ormanlar.
Uyanınca, irileşen boşlukları ihanetle tamamlar…
H
i
ç
i
n
s
a
n: Yitmiş günlerin bulanık sularında…
Sadece elbiseler sürüklüyor ardında..
coşkusuz, aşksız kaldık
Kaldık…
Bu kısacık temmuz akşamlarında…