Her şey düzenli, sağlama bağlanmış, mantığa uygun,
nerdeyse insancaydı. Üstlerine düşeni yapıyordu
kentin tapınakları;
Athena da adaleti koruyordu; görünmese bile, hep o
yönetiyordu
Yargıtayın oturumlarını; ve yargıçlar kurulu
ikiye bölündüğü zaman, hep sanıklardan yana çıkıyordu
adaletin tartısı.
İyi günlermiş onlar–
Şimdi inanmak bile güç; — gerçekten var mıydı böyle
günler? —
yoksa
sadece bir düş müydü bu? Belki de bunları sık sık
hatırlamak yağmurlu güz akşamlarında
değiştiriyordur anıları.
Tarlaların sürülmesini kutladığımız
zaman, Akropolun eteklerinde, topraktaki ilk saban izine
eğilen rahip şöyle dua ederdi: “Sakın geri çevirme ateş ve su isteyeni.
Sakın yanıltayım deme, senden yolunu soranı. Sakın
mezarsız koma, can verip
ölmüş kişiyi. Ve kesmeye kalkma sabana
koştuğun boğayı. ”
Doğrusu, güzel sözler; – ama sadece söz, o gün de,
bugün de,
komşusunun tarlasını yakmak içindi ateş, o tarlayı
sele vermek içindi su,
boğa ise, boynunda kırmızı kurdeleler, hırsızın
kazanında kaynıyor.
Sadece o saban tek başına, (belki de itilerek görünmeyen
bir elle)
hâlâ sürüyor ebegümeci ve yabanî zambakların sardığı
o çorak tarlaları.
Çeviri: Cevat Çapan