Çocukluğum ne zaman gelse yâdıma derhal
Zavallı ruh-ı garibim olur garik-i melal.
Kalan sahaif-i gam hücre-i hayatımda
Birer birer açılır piş-i hatıratımda.
Güzâr eder müteselsil bir iştiyak-ı hazin,
Olur dumû’-ı teessür müjemde sâye-güzîn.
Bu hatırat-ı bülendin içinde şaheser
Olan nişane-i mazi ki aşiyan-ı peder
Lebinde Bahr-i Sefîdin pür-inşirah-ı huzur
O sadegî-i tabiatle bir hadika-i nur.
İçinde arz-ı lika-yı sükûnet eylerdi
O İanenin kapısından şu masiva derdi
Bulup da yol giremezdi harim-i hikmetine
Simat-ı nimetine gûşe-i saadetine.
Öperdi nur-ı şafak dalgalarla damenini
Peri-i subh açardı cenah-ı revzenini.
Şükûfelerle müzeyyen nihali gûnâ-gûn
Gusûn u goncası feyz-i bahar ile meşhün.
Fevâkih-i mütenevvi fusul-i erbada
Tükenmez hele çeşme dibindeki hurma.
Alır da karşısına mâhitâb-ı şirini,
Kıyam eder idi tanzire serv-i sîmîni.
Görür sever, düşünürdük semayı, dalgaları
Nedim-i ruhum ile o zeki, fakat haşarı.
Zemini dar buluyordu nigâh-ı fıtratına,
Semayı teng görürdü şihab-ı fikretine.
Durur mu elde avuçta o ateşi seyyal?
Kuyûd-ı hükm ile hiç bağlanır mı nur-ı hayal?
Kemai-i hüzn ile ettim meal-i ömrünü yâd,
Zavallı hemdem-i ömrüm ki ismi İstidad
Tamam, bin iki yüz doksan altı şalinde,
Kademzen oldu şu hâke o ruh-ı nalende.
Gelir hayalime üç dört yaşındaki hâli,
Uçardı pîş-i ümidinde zıll-ı amâli.
Koşar, güler, düşer, ağlar, peyinde gölgelerin,
Cenah-ı re’feti altında maderin pederin.
Kuruldu bahçedeki asmaya salıncaklar,
Çeşit çeşit alınırdı bütün oyuncaklar.
Oyuncak ha dayanır mı o fikr-i tetkika?
Kırardı geldiği anda, içinde bir başka
Hüner var anlamalı hem de kırdı öğrendi,
Bu sırrı bildi ya artık bozar, yapar kendi.
Bu keşfe oldu muvaffak İkincisi gelsin,
Merakı gizli duran şu hakikati delsin.
Fakat onıan yüreğinde yanardı bir sevda,
Denizcilik, gemi, yelken, mahabbet-i derya.
Gelince mah-ı haziran, olursa bir meltem,
Düşerdi gonce-i sevdaya dürre-i şebnem.
Hemen o gün sıvanırdı pür-itina paçalar,
Ederdi ma’şer-i emvac içinde geşt ü güzâr.
Elindeki geminin armasında yok noksan,
Direk, dümen, yeke, yelken, filok, seren, camadan
Gerilsin uskutlar, orsa, boşlayın laçka
Dokunma keyfine gitsin bırak biraz da pupa!
Yavaş yavaş geliyor bak na başladı imbat,
Açıl şaf ak gibi ey ba’dbân-ı İstidat.
Nasip alınca bu yolda peri-i deryadan,
Olur ya belki de âtide şanlı bir kaptan.
Şu rüzgâr-ı şu’ûnun önünde fülk-i hayat,
Erer mi sahiî-i maksuda kim bilir? Heyhat!
Emel, sebat u mesai zebun-ı hükm-i ezel,
Kolayca keşfolunur mu hiç ufk-ı müstakbel?
Mukadderat u tavâli’ meşiyet-i edvar,
Şu medd ü cezr-i havadis, vürüd-ı leyi ü nehar
Verir nasibini az çok, önünde bermutat
Cenab-ı Kadir-i Mutlak ki Rabb-ı İstidad.
Eder havatırı ihya teheyyüc-i ilham,
Tefekkürat-ı teellüm güzâriş-i eyyam,
Nedir sebep ki ölen şu hayal ü ezmandan
Nasibe çin-i teessür olur, durur insan?
Na işte bak yine maziye daldı fikr-i melül,
Yaşar mı ehl-i dil olmazsa gam ile meşgul?
Bu bir geceydi ki mehtab-ı vecd-âverden
O nazenin-i semadan, nücüm-ı ezherden
Yağardı mehbet-i ilhama nurdan eihan,
Olurdu safha-i deryada mevceler raksan.
Berây-ı seyr ü tenezzüh pederle İstidad,
Çıkıp yola Tepecik Kahvesi’nde bermutat
Beş-on dakikayı hoşça geçirmek istediler
Denizlerin kıyısında o şeb oğulla peder.
O dem göründü uzaktan iki hayal-i garib,
Safa-yı meclis-i yaranı ettiler tertip.
Oturdular mütevazı kenar-ı sahilde.
Ayandı aşk-ı Huda, çehre-i fezailde..
Çıkınca zir-i bigalden birer uzun torba,
Bizimki gördü ve sordu ne olsa bu acaba?
Sada-yı nay-ı beyan guş-i canda aks-âver
Olunca “anlatırım sonra sus” demişti peder.
Mükevvenat u avalim tecelli-i nura
Hüründü neşve-i vahdet saray-ı Mansura.
O navedan-ı zülal-i serâir-i lâhut,
Nedim-i mutrib-i uşşak enise-i meleküt,
Kiyâh-pare ki sahra-neverd-i aşk u cünûn,
Olur havâfil-i ehl-i garama râh-nümün.
Göründü dide-i müştaka çehresi yârın,
Okundu şu gazel-i bî-misali 1 Esrar m:
Ne cevr-i yâra tahammül ne azm-ı râh ederim,
Döner döner bakarım küy-i yâra âh ederim.
Diyor o şair-i sevda penah-ı Mevlânâ,
Garik-ı rahmet-i Mevlâ muhibb-i Âl-i Aba.
O demde koptu dilinden bir ateşin feryat,
Uyuştu kaldı yerinde zavallı İstidad.
Evet, sabaha kadar uyku girmedi gözüne,
Suale başladı akşamki macerayı yine.
Cevaba muntazır olmuştu gûş-i can açarak,
Kulak kesildi vücudu, peder demişti ki: Bak,
O gördüğün iki dervişin ellerindeki şey
Birer kamıştan ibaret idiyse de adı ney.
Nasıl sadasını sevdin mi?
“Ah, hiç sorma.
Nasıl yaparlar onu, söyle, of baba yorma.”
“Nasıl yapıldığını bilmem işte gördün ya,
Bırak sen onları şimdi.”
“Aman efendi baba,
Bırak sen onları şimdi olur mu? Ben sevdim,
Günah mı çalması yoksa? ”
“Değil fakat derdim,
Bütün bütün unutursun elindeki dersi,
Kolay değildir o oğlum, işittiğin o sesi
Çıkarması mütevakkıf uzun uzun seneye.
Hem ellerin yetişir mi boyun kadar o neye?
Bırak sen onları şimdi dedim ya, derse çalış.
Unutma Tuhfe-i Vehbî yi ezber et yaz kış.
Yaşın sekiz dokuz oldu, buğün Gülistan’dan
Ne belledin, haydi söyle.”
“İkinci babı.”
“Heman
Cevabı buldun işin oldu sanma ki bu zaman
Maarif ister a oğlum, tarik-i dervişân,
Ulüm-ı marifetin müntehasıdır bî-şek
Bu râha salik olanda sebat u ilm gerek.
Yanımda bak duruyor işte Mesnevi-i Şerif
Ki magz-ı Hazret-i Kur’an, hikem, nikât-ı zarif,
İçinde hepsini yazmış Cerıab-ı Mevlânâ,
Kemal-i iim ile bak “Bişnev ez ney”i başına
Komuş ki işte dün akşam işittiğin neyden
Duyup da anlayasm. O kamış ki bir ot iken
Lisana geldi de birçok hikâye anlattı
Değil mi? ”
Öyle evet, neymiş anlaşıldı adı.
Hülasa çok bile geldi bu rütbe izahat,
Bunun netice-i sermayesi nefesle sebat.
Bizimki doğruca indi o anda çardaktan
Kopardı bir kamış indince en münasip olan
Delikleri açarak buldu derdine çare,
Takıldı bir makara oldu sanki başpare.
Çıkan sadayı duyan âdemin dişi kamaşır,
“Neva-yı saz-ı mahabbet bozuk düzen yaraşır”
Devirdi dağları Şirin yolunda bak Ferhad,
Hevesle her neyi tutsa bırakmaz İstidad.
Birer birer sayalım mı elinde sanatını?
Hezâr-fenliğini, kuvvet ü meharetini?
Demirci, terzi, balıkçı, kalaycı, kunduracı,
Kayıkçı, avcı, marangoz, cilacı, lostracı,
Fırıncı, oymacı, aşçı, tulumbacı, nakkaş,
Dövüşçü, kavgacı, uysal, inat, biraz kallaş.
Ufak tefek bulunurdu elinde birkaç şey,
Bir anda hepsini yaktı kavurdu ateş-i ney.
Olanca mameleki varsa şimdi bir sandal
Alındı Süm bek i’ den bir de çaldığı şu kaval.
Nasılsa her üçü birden buluştu ehl-i heva
Ki neyle leb be leb oldu deniz safası caba.
Bu tavr u tarz ile geçti beş altı yıl, derken
Göründü İzmir’e doğru sefer bu yerlerden.
Satıldı sandalı yalnız, onu kavalla kader,
Çırak çıkardı, hayal oldu aşiyan-ı peder.
Birinci darbe-i hicran şu iftirak-ı vatan
Dem-i sabâveti, rüşdü, cevâne-yi insan,
Hayal-i afil ü zail görür, bilir de yine
Gömer merâret-i hicri mezar-ı sinesine,
O köhnemiş dem-i mazi, o küflü hatıralar,
Birer birer açılır da sehab-ı hüzn ü keder
Saçar dumû’-ı firakı o yâd-ı pür-cenge,
Girer şu kalb-i şegaf-dâr renkten renge.
Nedir meali şu ömrün, hayat-ı pür-zehrin,
Tahavvülât-ı zamanın, şevâib-i dehrin?
Gınaya fakr musallat, hayata div-i memat,
Firak vuslata galip, ziyaya da zulümat
Bükâ, muakkib-i hande şebabeti pîri;
Marazsa sıhhata hâkim, bu hükm-i takdiri
Getir de nazra-i iman u ibrete bir bak,
Yekûnu cümle-i ömrün şu bir avuç toprak.
Hülasa nik u bed ef’al-i vakıa haktır,
Olan biten ne ki varsa bir emr-i mutlaktır.
Sinn on beşe geliyordu cihan-ı kevn ü fesad
İçinde başladı cevlânâ cidden İstidad
Girid49 ile Bodrum’dan o yol sekiz günde.
Alındı İzmir’e bastık ayak peder önde.
Kalındı bir iki saat binildi tekraren,
Vapur mu, sal mı? Bilinmez o tontona bahren.
Görüldü şöyle uzaktan Köroğlıinun kulesi,
Alındı tam iki saatte Urla iskelesi.
Tutuldu aynı zamanda büyük iki araba,
İniş, yokuş, tepe, düz çekti haylice kasaba.
Değişti 6Wa’da tarz-ı hayat ü hiss ü muhit:
Birinci derdi deniz yok, ikinci derdi basit.
Giran sıkıntılı, rnüziç bir ömr-i bî-vâye
Sarıldı âşık-ı avare-dil kederle neye.
Vatan-cüda iki sergeşte aşkı tesise
Çalıştılar dil ü candan gelip nefes nefese.
Sinn on beşe geliyordu demiştik evvelce,
Değişti kan, asabiyet, havası tehyice
Koyuldu, başladı serde behar-ı fasl-ı şebab,
Belirdi ufk-ı likasından reng-i ebri-i hicâb;
Uyandı gizlice mizmar-ı müphem-i hevesât,
Bunlandı fırtınalarla sema-yı hissiyat.
Ufak ufak helecanlarla raşeler peyda
Olurdu kalb-i rakikinde, daimî rüya
İçinde bir mütereddit cihan-ı esrarın
Dilerdi kâşifi olmak, bu ruh-ı bîmann
Dalardı vadi-i sevdaya infialinden,
Su beyti ben işitirdim lisan-ı hâlinden:
Diyar-ı gurbete düştüm, vatandan ayrıldım,
Vatan gözümde değil, ah senden ayrıldım.
Rebab-ı aşk u şebabm nühüfte perdeleri,
Okurdu defter-i gamdan neşide-i seheri.
Doğardı matla-i dilden şumûs-ı şevk u garam,
Heva-yı hars-ı cevânî ile ruh, pür-ilham,
Neva-yı nây şikâyette, girye-i nagamat,
Dimağ-ı gulguledârında bî-aded sademat,
Teheyyücât-ı hararetle dideler mahmum,
Leyal-i cevv-i hayalinde bin tuyûf-ı gumûm.
Hümum ile mütegayyir hüviyet-i ula,
Humûl ü hicrle pür-mevc sahil-i sevda.
Kelâl-i reyb ile meshûf menbâ-ı hikmet,
Feza-yı ruhuna dolmuştu meyl-i ulviyyet.
Nasılsa çarşıda gezer iken bir gün dalgın,
Sımah-ı kalbine çarpmıştı bir sada-yı hazin.
Bir irtiâş ile irkildi, durdu pür-heyecan,
O aşina-yı dil-i zâra doğru koştu heman.
Nedim-i ruhu olan ney değil mi? Zemzeme-zen
Kemal-i hayrete müstağrak oldu kalbinden,
O anda duydu, işitti şu emr-i gaybîyi:
Edeble gir içeri bir münasebetle iyi,
Beyan-ı hal ederek macerayı nakleyle,
Ne geldi, geçti başından birer birer söyle.
Bir iştiyak-ı tahassürle, girdi, verdi selam,
Açıldı işte o anda ridâ-yı sahrı-ı meram.
Edeble dinledi, dikkatle baktı perdelere.
Kavuştu şimdi hakikatle yâr-ı nâle-gere.
Suale başladı, şöyle ney üfleyen âdem
“Efendi, sende heves var neye yanılmazsam.
Yabancı olmadığın belli.”
“Yok efendim ben,
İkinci defa ki duydum bugün neyi sizden.
Sekiz yıl oldu sanırsam ki bir gece” diyerek
Hikâye-i dem-i mazi-yi söyledi tek tek.
O Neyzen’in adı Kâzım’dı sanatı perükâr,
Okuryazar, sesi hoş, sinni, ömrü kırk iki var.
Biraz nota bilir, az çok da aşina-yı usul,
Ne mutlu ders alabilmek eğer ederse kabul.
Reca ve minnete hacet görülmedi asla
Yetişti himmet-i lütf-ı Cenab-ı Mevlânâ.
Birinci ders s adalar, ikinci ıskalalar.
Zuhura başladı az çok ufak, kolay havalar.
Yazıldı deftere hayli, işaret ü tarif,
Ederdi perdeler üstünde sesleri tasnif.
Bu say ü şevk ile geçti epeyce bir müddet,
Teheyyüc-i a s a b iy y e t, tagayyür-i sıhhat
Zuhura geldi bütün şiddetiyle üstünde
Hücum ederken üç defa hamle bir günde.
Bayılma, nevbet-i sara, tevehhümâta dalar.
Tabipler, hocalar, evliyalar, ırvasalar.
Bu ıztıraba olan yoktu çare-cûy-ı halas,
Ne edvıye, ne etibba, ne nüshalar, ne havas.
Göründü Urla’dan İstanbul’a, bu kerre sefer,
Berây-ı emr-i tedavi, pür-ıztırap u keder.
Yanında validesi, kaldı Urla’da pederi.
Zavallı ailenin gamla doldu dideleri.
Kolayca bitti bu yol da çıkıldı Sirkeci’ye,
Müracaatları hiç sorma doktora, hocaya.
Ayazmalar, Baba Cafer’le türbeler, Eyyûb,
Olur ya, belki tesadüf eder rical-i guyub.
Birer birer dolaşırlardı hastahaneleri,
Nasılsa çıkmadı gitti bu illetin bir eri.
Duyuldu bir mutahassıs ki ismi Mösyö Pepo,
Bu derde var ise bir çare mutlaka odur, o.
Alıp götürdü ehibbâdan onları bir zat,
Hatırlı, hem o da doktor, mufassal izahat
Verildi, cümle suale; alındı ilaç
Dedikleri tutulursa bu hastalık iz’âç
Ve muztarip edemezmiş, geçer imiş çabucak.
Fakat tedavi-i lazımda ihtimam olacak.
Bu nush u dikkate vabeste emr-i tahlisi,
Bu illetin sebebiymiş teşebbüs-i şahsî.
Görüldü hayli sebepler ki arızî, fıtrî,
Teheyyüc-i asabînin bu şekl-i nev-eseri.
Bir itina ile sormuştu hastadan doktor:
“Muhabbetin neye vardır” deyince ney dedi, dur.
Eğildi valideye doğru söyledi bir şey
Kavuştu âşık-ı şeyda o yâr-ı cana yine;
Şikâyet etmemeli; kim giderse bildiğine,
Azimetin hemen aynı bu yoldaki avdet,
Cenab-ı Şâfi-i Mutlak, iade-i sıhhat
İçin irade buyurmuş ki Hâlik-ül icad,
Onun elinde hayat u memat-ı İstidad.
Göründü iskeleden Urla bağlan tekrar,
Öpüldü dest-i peder, hem sirişk-i gam isâr
Edildi, aile beyninde bir samimiyet,
Muhabbet-i ebediyye teceddüt etti, evet.
Verildi âşık-ı mansura hayli serbesti,
Kederle aldı sazı bak neler deyip kesti:
Evet dedi, “Neme lazım benim şiiküfe-i ter? ”
Neyim ile “Bana sinemdeki bahar yeter.”
Biraz da bağlama öğrendi, kırdı tel curadan,
Çıkardı bir iki zeybek havası tanburadan.
Geçirdi böylece hayli gün, ay, sene, hafta,
Nasılsa aklına geldi duvardaki çifte.
Uzandı, aldı ve baktı, heman tamam dolu,
Bir âdeme bu da lazım dedi ve tuttu yolu.
Açıldı şöyle şehirden bila-fütur u kusur,
Tüfek elinde, bıçak belde, çantada mansur,
Yanaştı bağlara doğru, berây-ı sayd u şikâr,
Oturdu bir tepenin arkasında, etti karar.
Göründü bir sarı asma, ateşledi, düştü,
İkincisiyle, üçüncü de böyle ölmüştü.
Küçük, büyük sekiz on kuşla döndü akşam eve,
İsındı gönlü, alıştı gözü muhit-i neve.
Tüfek, barut, kama, kapsül, bıçak, çakı, kurşun
Tabanca, bağlama, ney, vay, bizimki oldu tosun
Bu sürdü haylice, baktı peder neticesine,
Göründü ruy-ı vehamet ki hepsini o sene
Aşırdı İzmir’e doğru bir ev de almış idi
Bizimki başladı tefrika burda nik ü bedi.
Pek öyle sürmedi çok, zail oldu haydutluk,
Cihanı dönse dolaşsa sonu kavalla soluk.
Bu anlaşıldı, kaviyyen, tarik-ı muhtasarı
Soruldu ehl-i vukufa koşup aşâ yukarı;
Bulundu çare-i vuslat bu kalb-i şeydaya
Edince arz-ı meram âstân-ı Molla’ya.
Tealiyât ü mesaiye mâye, aşk u nijâd,
Yavaş yavaş ediyor istihale İstidad.
Huzu’-ı pâki-i vicdan, hulüs-ı niyyetle,
Huşu’-ı rub u reca şule-i muhabbetle,
Kemai-i acz u tehalükle, sineçâk-ı ümid,
O yareler ki gönülde olundu hep tecdid.
Sen ey! Penah-ı ümem, âstân-ı Mevlânâ,
Melâz-ı kalb-i hazin sayeban-ı aşk-ı Huda.
Kuşattı gönlümü zucret bulutlarıyla hümûm.
Açıl bu bî-kese dervâze-i nevâhi-i Rum.
Zemin fena-yı beşerle dehen-güşâ-yı memat
Zeman füsûk u mezalim ile adüvv-i hayat,
Zalâm-ı zulmet ile şark, leyle-i deycûr,
Tahakkümât u temeddünle garp, pek mağrur.
Şimal berfe bürünmüş, cenup nâ-mekşûf,
Sağımda afet ü tufan, solum susuz, meshüf.
Peyimde mazi-i ekdâr, önümde âti-i gam,
Şu hale bak, meded ey çaresâz kalb-i elem
Deyip de elsiz, ayaksız düşünce dergâha
Göründü Pîr-i tarikat heman bu güm-râha.
O zat, mürşid-i azâm ki, Şeyh Nurettin,
Harim-i mahfel-i irfanda canîşîn ü metin.
O anda bertaraf oldu hemen sual ü cevap
Dedi: “Biraderi gör durma, eyle meşke şitap.”
Cemal Efendi ki Şeyh’m biraderi, hem de
Birinci neyzeni dergâh-ı Pîr’in ol demde.
Kemal-i vecd ile tebliğ-i emr-i Şeyh etti,
Kabule mazhar olup şevk ü gaşy ile bitti.
Sarıldı damen-i Üstada öptü ellerini,
Der-i cemaline vakfetti canını, serini.
Açıldı, bâb-ı füyüzu hazine-ı hünerin,
Kapandı perde-i âlâmı ömr-i derbederin.
Nota ile meşke devam etti şöyle birkaç mah,
Sema’a mutribe girdi ney elde, başta külah
Füyüz-ı Hcızre.t’i Pîr’e şu en celi burhan
Ki geçmeden sene nazm u kavâfi ü evzân
Yakıştı ağzına az çok dilindeki hevese
Ve hem de yazdı gazeller sütuıı-ı Mııktebes’e.
Tanıştı birçok eâzımla şimdi İzmir’de,
Bulundu hayli zaman meclis-i ekâbirde.
Cenab-ı Eşrefe, Abdülhalim Memduh’a,
Şekib’e, Hakkı’ya, Nevzada ah Ruhi Baba!
Ederdi tekyede hizmet bu ehl-i irfana,
Karıştı işte bu yolda miyan-ı insana
0 bir geceydi ki gördü garip bir rüya,
Döküldü destine dendam cümleten, amma
Sadef gibiydi letafette, hepsi de parlak.
Duyulmadı acısı, sonra bir sema-yı şafak.
Açıldı, uçtu fezaya elinde tuttuğu ney
Nedir bu vakıa, böyle göründü peyderpey.
Halil Efendi anın rehberiydi dergehde,
Hikâye etti bu rüyayı şöyle yordu Dede:
Sözün, sazınla yazında fürüğ-ı ulviyyet
Ki, şule-pâş olacaktır, ilerde bence evet.
Gelirdi haftada bir kerre Urla’ûan pederi,
Şaşar kalırdı görünce bu eski derbederi.
Ederdi Hazret-i Şeyh’e niyaz-ı bî-payan,
Benim değildir, efendim vakıf kapında bu can.
Bu sade mekteb-i rüştiyyede biraz benden,
Okuryazar gibi olmuştu. Çıktı pek erken.
Evân-ı devre-i tahsili kaldı böyle basit
Müsait olmadı mazi, felek zaman u muhit.
Olanca gördüğü malum-ı arifâneleri,
Bağışladım der-i Dergâha sîzsiniz pederi.
O yıl da böylece geçmişti, sinni yirmisine
Takarrüp eyledi İstanbul a hemen o sene
Berâ-yı ilm ü hüner tavsiyeyle yolladılar,
Cenab-ı Fâtih-ü-ebvâb kim bilir ne kılar?
Geçince Fatih’i Fethiyye semti medresesi,
Mekânı oldu, düşündü derince pîş ü pesi.
Oturdu derse o Cami de Molla Cami’ den,
Ne anladı ve ne öğrendi, bilmedim daha ben,
Bu gün ki yirmi yıl oldu, zavallı bak hâlâ
Bulur cehalet-i mekşûfesinde hakk-ı zekâ.
Ne ilm ü fikr ü maarif, ne servet ü sâmân,
Elinde bir kuru ney kaldı âh u meyle hemân!
Onun terâcim-i hâli şu yirmi yıllık ömür,
Şu dâstân-ı hayatı ki hîçîye gömülür.
Bıraktım en mühim ezmanı Neyzen’in diline,
Biraz da kendisi yazsın, üşenmesin eline.
Zûr ile konmaz başa, şehbâl-i irfan sayesi,
“Kabiliyettir husul-ı matlabın sermayesi”
“Elde istidad olunca kâr kendin gösterir.
Düşmüş olsa nâr-ı sırr-ı hilkata dağlar erir.”
Mebde ü amâl pîşinde açık; binlerce yol
“Sun’ Hak azade-i lâv ü niâmdır bilmiş ol.”
“Gördüğün noksan senin çeşm-i galat bımindedir.”50
Gaye-i maksuda ermek silki tayinindedir.
Nikübed, esrar-ı hilkat medd ü cezr-i hadisât,
Cilve-i ikbal ü idbâr u mesai vü sebat,
Muktaza-yı hükm-i karun-ı ezeldir hey oğul
İtiraza kalkma, emr-i Hak edilmez kontrol!
Merkez-i aramın olsun südde-i bâb-ı rıza
Durmasın kalbinde agrâz-ı mezâ vü mâ-mezâ.
Say ü kûşîş eyle, hem kalma teşebbüsten geri,
I lasıl u nıâ-hasıla tatbik et hayr u şeri.
Fikrini sjafiyet-i kalbinde mezcet, doğru ol,
I loş geçiin, balâ vü peşle, olma hem kel hem fodul
Fikret ü tedbirine olsun teenni rehber
Râh-ı istticaie düşme, sa’yini eyle heder.
Sû-i istimale kalkma, var ise kurnazlığın,
Hazır ollsun daima düşman için dâmın ağın!
Doğruluktan sapma lâkin öyle ol ki hilede,
Kurduğ; un tedbir ile a’da bulunsun kündede.
Böyledir hulk-ı Nebî âdât-ı Rabb-ül âlemin
Bir ber,at-ı hudadır “Vallahu hayr-ül-mâkmn.”
Hayr-hiâhî safha-i vechinde olsun aşikâr,
Sosyaliistlik levha-i kalbinde kalsın pâydar!
Zevk-yab ol âdemiyyetten, biçersin ektiğin,
Sû-i fi’liin aksidir, âlemde varsa çektiğin.
Kâffe-i mizan-ı irfanında tartı tecrübe
Olsun amma pek inanma sonra kaynarsın dibe!
Gördüğün her âdemi sırdaş sanıp bel bağlama,
Açtığını surâh-ı râza derde kendin ağlama!
Mermii vü sahtî nihadında bulunsun mümteziç,
Etmesin asabı humma-yı nedamet muhteliç.
Düşmanı tart önce, bak sonra elinde kuvvete,
Hırboluk etme; dalatma kendini her bir ite!
Yüzde elli varsa kuvvet, yüzde bin hud’a gerek,
Menfaatle sulh et, olmazsın ziyanda müşterek.
Kat’-ı ümmid.ettiğin sezdirme asla düşmene,
Bir bülöfle atlatırsın kündeden belki yine.
Et tevekkülden tevakki elde kuvvet var iken,
Parmağın incitme meydanda dururken kerpeten.
Bil ganimet fırsatı; eyle kanaatten hazer,
Haklamazsan verdiği nimetleri Mevla kızar.
Kuvvet-i mevcudeni cem et, zaferden ol emin,
Sonra hakka kıl tevekkül, çünkü etrafın metin.
Önce ihzar et, kilitle ambarında tûşeyi,
İhtiyatı koy muhafız, pâsban endişeyi.
Badehu eyle kanaat, bir ziyan gelse bile,
Sabredersin, çare yokmuş der bu emr-i müşkile.
Bir hata çıksa elinden olmasın belli eki,
Akl u irfan bir zaman etmez kabul eşşekliği!
Bir kavi düşmanla hem-meclis olursan evvela
Şüphesiz bir fikri vardır, anla, öğren mutlaka.
Bilmemezlikten gelip depret yavaşça derdini,
Ger açarsa göster âsâr-ı teessür ki seni
Yâr sansın, zail olsun ortadan agrâz ü kin,
İntikama hırsı çoktur çünkü nev-i âdemin.
Sen yine olma emin ha! Daima iskandil et,
Şule-i izanını fanus-ı fikre kandil et.
Kurtulursun böylelikle çünkü bünyan-ı hayat,
Hep didişmekle kurulmuş, bu, esas-ı kâinat.
Çok mücerrebdir evet, göz hasmını elbet tanır,
Sen sezer sezmez plan kur, o seni bilmez sanır.
İltifata daim ol, şeyn-i taarruzdan berî,
Belki dönmüştür o fikrinden nedametle geri.
Âşık-ı dildade kal her dem ulüvv-i haslete,
Müstenit ol cümle ef’alinde hüsn-i niyyete.
Bir meseledir: Son peşîmanlık halas etmez seni,
Nadim ü mâit olan ruhiyle dinle Neyzen’ı.
Medrese bir lafz-ı pür-mana ki indimde benim,
Sayesinde baldıranlık oldu sahn-ı gülşenim.
Tohm-ı istidad-ı hilkat hâk-i feyz-âbâdına,
Düştü, çıktı bir şecer zakkum kendi adına.
Bazı erbab-ı mezalim meyvesinden tattılar,
Yer yemez torpillenip gayya-yı kahra battılar.
Bağlıdır şansa bu nimet herkese olmaz nasip,
Çare-sâz olmaz bunun tesirine hiçbir tabip.
Zulm u gadrin kahr u çevrin kim olursa sahibi,
Görmeden kıvrandırır bir iğne yutmuş it gibi.
01 kadar tesiri çoktur ki okursa bî-hilaf,
Dehşetinden eyler ıskat-ı cenin-i itiraf.
NFşe-i semdâr-ı kilkimden olur zir ü zeber,
Hicvimin her lafzı yağmur görmemiş zenbur-ı har
Bir adet mısraı kâfidir berâ-yı intikam,
Melanetle ettirir ta haşre dek ibka-yı nam.
Kurtuluş yoktur elinden olmadıkça tövbekar,
Öyle mübrem bir beladır ki cehennemden çıkar.
Kâfir-i Tâgut olur Mevla yolunda cenk eder,
Nâ-pezir-i intiha cevvi hayale teng eder.
Ateş-i dûzahtan önce zalimi hicvim yakar,
Yıldırımlar yağdırır, şiddetle beyninde çakar.
Fikrime düşdükçe böyle hatırat-ı medrese,
Defn olan eyyamı orda kalb ü ruhum sevmese
Pür-telehhüf bahsedip durmazdım ol viraneden.
Belki vardır kariinden o gam-âbâdı gören.
Bir harabezâr-ı çille, pür-kasavet, sakfı yok
Dense, caizdir, binasından ziyade çok oyuk.
Tahta bir perde ridâ-yı ihtifâsı vechinin,
Setrolunmuş aybıdır sanki Stanbul şehrinin.
Köhneyen yıllar bırakmış iz der ü divârına,
Sormamışlar derdini surâh-ı pür-esrarına.
Sırtımızda rengi uçmuş bir aba, başta sarık,
Molla Câmi elde, ney koltukta gez, her yer açık.
Derse baksan da ne anlarsın ki serbesti-i tam
Eldedir, yok imtihan, râh-ı sefahette devam
Etmiş olsan kim ne der? Hem bak yakın burdan Balat,
Ref-i destar eyle akşamüstü git birkaç tek at,
Def-i ekdâr, düşünme derd-i ferdayı bugün,
Gurbet elde gûşe-i meyhanedir seyran düğün.
İşte âsâr-ı Ziya. “Sakî getür ol badeyi,
Maye-i candır” demiş, bu dehri sen ondan eyi
Anlamazsın, bak Kemal’e, Hâfız-ı ŞirâzTye,
Başlamış divanına “Yâ ey-yü hes-sâkıy” diye
İşte eslâf-ı Arab, sermest “Alâ zikr-il Habîb”
Şark’ta her sahib-i irfanda bu sırr-ı acîb.
Hemdem olmuş neyle mey bezm-i ezelde, iftirak
Bir zaman çektirmedim ben bunlara hiç iştiyak.
Hayli gün minval-i meşrûh üzre oldum demgüzar,
Sayesinde nây’imin az çok kazandım itibar.
Şeyh Vasfi, Mustafa Sabrı’yle Hace Asım’a.
İntisap ettim, oturdum ders-i Musa Kâzım’a.
Dinlemişlerdir fakirin haylice taksimini,
İltifata gördüler şayan bu aciz Neyzen’ı.
Olmuş olsa bende ehliyet olurdum müstefit,
Neyleyim ki bende âsâr-ı liyakat nâ-bedıd.
Bursalı Hafız Emin isminde bir ehl-i vefa
Vardı, İzmir’den; tanırdım burda çıktık aşina.
Bence bu âdemdi mizan-ı vefanın bir kefi
O tanıttı acize şair Mehemmed Akif i.
Hazret-i Akif ki sahib fazl u üstad-ı güzîn,
Her cihetle hâl-i dervişaneme oldu muin.
Birçok üstadân-ı ilm-i musikiye intisap
Eylemiştim saye-i lütfunda ki nimel meâb.
Kendisi bizzat okutmuştur fakire Bûstan,
Hem Fransızca, Arapça, Farisî birçok zaman.
Mevkiimde başkası olsaydı bî-şek daima
Per açıb cevv-i maarifte ederdi irtika.
Âdem etmek çün beni pek çok yorulmuştur bu zat,
Kalmışım ruhumla minnetdarı, mâdâm-el-hayat.
Başlanıldı bezm-i nûşa-nûşa, Âyin-i Cem’e,
Meclis-i sahba-yı rindân, pür-safa pür-zemzeme.
Şevk-i mey, feryad-ı ney, aheng-i tambur u keman,
Bang-i hey hey, neşve vü işve, hıram-ı sâkiyan.
Çeşm-i ahu, gamze, ebru, zülf-i zerrin-i nigâr,
Halka-i giysû, letafet, gerden-i sîmîn-i yâr,
Ref-i resmiyet, nüvâziş, şive bezm-i iltifat,
Güftügülar, hande, girye, âhlar sarf-ınüket
Pür-şikâyettir gönüller yardan, ağyardan,
Kalb-i sevdager tutuşmuş, âh-ı şekvâ-bârdan.
Sine pür-ateş girîban-çâk-ı derd-i iftirak
Dil perişan, dide pür-cûş-i sirişk-i iştiyak.
Har bir humma-yı hicranla dudaklar raşedâr,
Zıll-i ümmid ü tahassürle nazarlar bî-karar.
Büsiş ü müphem hayal-i hâm-ı yâre âşinâ,
Râz-ı mazi-i tahattur lebde perrân daima.
Bir gazel, tezyid-i germiyyet için meclis-medar,
Ateşin bir nağmegûş-i canda her dem payidar.
Girye-rizân-ı teessür şem’â hengâm-ı tarab,
Bezm-i ferdaya muallak şeb, şafakla leb-be-leb
Leyl-i hülya subh-i hlçîde pezirâ-yı hitam,
Oldu mey rîzân, gönüller kaldı meşhûn-ı garam.
Geçti üç beş sene bu tarz ile eyyam-ı hayat,
Kaldı yüz üstüne tahsil-i maarif heyhat!
Himmet-i Hazret-i Akif ile aklımda kalan
Sekiz on beyt-i perişan, bır-iki fıkra heman.
Kûşe-i medresede geçmiş olan ömr-i sefil,
Ruhumu, kalbimi yoksuzluk ile etti alil.
Pederin yolladığı ayda yetişmezdi heman,
Tutmaya başladı az çok ney elimden o zaman.
Ederek zade-i tab’ım ile etrafa temas,
Oldu badi-i maişet nefehât ü enfâs.
Tekkede, medresede, evde, otelde, handa,
Çarşıda, mey-kedede mastaba-i rindanda,
Dağda, sahrada, gülistanda, reh-i gurbette,
Künc-i mahbesde, felakette, dem-i mihnette,
Beni terk eylemeyen nây-ı vef ad arımdir,
Sâyimin mefharı ser-deste-i asârımdır.
Dest-i aczimdeki bu tuhfe-i Mevlânâ’dır,
Tercüman-ı niket-i elsine-i manadır.
Tesliyet-sâz-ı dilimdir dem-i zucrette benim,
Hemdem-ı meclisim eyyam-ı meserrette benim.
Neyzen’in namını ibkaya sebep olmuştur,
Ebedidir sesi bir hayli, plak dolmuştur.
İşte İstanbul’u ben böylece, bildim tanıdım,
Ney’imin nağmesidir, varsa kolumla kanadım.
Sabredip medresede kalmış idim dört beş yıl,
Sonra bir handa oda tutmaya hükmetti akıl.
Nakledince hana az çok döşemiştik odayı,
Yan gelip kaynatarak bolca semaverle çayı
Postu serdik köşeye, sazları astık duvara;
Haydi tahsile gelen haytada sen mantık ara!
Musikiye burada hayli emek sarfettim,
Oldum erbabına kalbimle, canımla hâdim.
Toplanırdık bütün ihvan ile meşkhane gibi,
Geçilirdi orada parçaların müntehibi.
Nerede olsa çıkar erbab-ı dile bir engel,
İşte bir mısra-ı Sâdîde bu hikmet mücmel:
“Gene ü mâr u gül ü har u gam u şâdî behemend.”
Burda da kahpe felek vurdu mesaimize bend.
Bu tecemmü sayılırmış, olamazmış asla,
Görmesinlermiş o âdemleri hem bir daha ha!
Bu emir beynime bir ok gibi çarptı deldi,
Hancının vasıtasıyla karakoldan geldi.
Bir gece serkomiser kendisi etti tembih,
Pek ağır geldi benim ruhuma bu emr-i kerih.
Bir taraftan vatanın hâl-i felaket-gîri,
Bir taraftan rakının saika-i tesiri,
Etti gönlümde yanan şem’a-i sâyi itfa,
Meslek-i Neyzen’m aynı bu hükümette kafa.
İstemem ki açayım safha-i istibdadı,
Üzmeyim hatırasıyla dil-i gam mutadı;
Vardı tembelliğe, avareliğe, çünkü heves
Neresinden kopacaksa orasından tut kes
Diyerek vurdum o anda yine baştan karaya,
Çıkarıldı o mesai, o emekler daraya.
Başladık Sirkeci, Langa, Galata, Beyoğlu,
Mezeler hoş, kafadar var, şişeler hepsi dolu.
“Haydi yahu içelim.”
“Dur be birader! ”
“Garson! ”
“Amesos! ”
“Baksana şurdan iki üç dane limon
Al da gel, bak, iyi olsun.”
“Meze yetmez mi? ”
“Yeter.”
“Maksadım başka efendim, elime taze lüfer
Geçti de ızgara yapsın diye verdim büfeye.”
“Ne kadar? ”
“Haylice var.
“Öyle ise İstafo’ya
Söyle de hepsini yaptırma, bayatlar sonra
Şimdi artık içelim, o geledursun avara”
Duranı sevmezmiş kullan da, Allah da.
“Öyle olsun, şerefe bey! ”
“Haydi, bir dane daha! ”
“Bak, beyim üçlemeli boşlamalı kaidesi,
Doğrudur, reddolunur mu? Bu erenler nefesi! ”
“Eder artık bu işi neşve efendi icra,
Sorma artık sonunu sen ve helümme cerrâ”
Hatırında kalan ilk önce oturdukları bu
Koca meyhane ile karşıdaki eski depo.
Oradan kalktılar amma nereye uğradılar?
Midesi taş gibi, hem her tarafında acılar,
Öksürükler, göz açılmaz, kafada derd-i humar.
“Kalk be yahu! ”
“Bırak Allah’ı seversen kafadar! ”
“Acaba biz otele hangi saatte geldik? ”
“Kim bilir.”
“Hem de cebimde hani bir tek metelik kalmamış? ”
“Dur soralım garsona. Sen şu zile bas,
Başımı, midemi sorma! Ya dilim? Baksana!
Pas! ”
“İşte garson geliyor baksana oğlum bize sen
İki çay söyle, emanetleri al gel. Erken
Açılır mı acaba karşıdaki meyhane?
Şayet açmış ise sen bize birkaç tane
Limon al, bir şişe su, bir de yarımlık doldur.”
“Alırız şimdi beyim,
Kalk da biraz doğrul, otur.”
O emanet ne idi, istediğin şey para mı?
Öyle ya! Çünkü çıkarken yukarı kunduramı
Sildiler. Bir şeyin eksik mi diye sordu herif.
Yoksa düştün mü acep?
Sus edemem ben tarif
Ne ise şimdi gelir de çakarız birkaç tek.
Hoş kaçar şimdi limonlu. Bana bak varsa çilek
Garsona söyle de alsın. Daha dönmekte kafam.
“Pîr-i mahmûrun olur çaresi encûmda cam! ”
Açılırsın iki üç tane limonlu atsan
Bunlar etmekte iken böyle yatakta çan çan,
Arz-ı didar eder artık becerikli garson
Çanta, palto, şişe, üç tane kadeh cepte limon.
“Atalım mı kafadar? ”
“Böyle şeyi sormak ayıb! ”
“Çantaya baksana.”
“Baktım.”
“Acaba var mı gayıb? ”
“Kim bilir kim düşünür bunları şimdi mîrim?
Yetecek var ya bugünlük, yarma tedbirim
Başka türlü. Niyetim Heybeli’ye, Çamlimanı.
“Bana kalsa gidelim Beykoz’a, bülbül zamanı.”
“Bülbülün varsa birader ocağı Akbaba’dır,
Çıkarız Yuşa’ya doğru, bu safa da çabadır.”
“Öyle olsun, atalım mı? ”
“Atalım ya, hay hay.”
Bir ganimet ise fırsat o zamanı buna say!
Nerde olsam başucumda asılı ney’le girift
Hele davud ile şah nısfiyesi var bir çift,
Bulunur şey değil âlemde.
“Biraz yoklasana!
Bir saba, bestenigâr aç, dügâhı tut da neva
Besteyi bir okusak.”
“Kaydı mı yoksa acaba,”
“Haydi, bir yoklayalım, kaymış ise burda nota.”
Beste, kâr, şarkı, semai, iki taksim ve gazel.
Böyle bir gün bu muhabbet koca bir ömre bedel,
Var ise aklın eğer anma gam-ı ferdayı,
Sana ısmarladılar mı bu yalan dünyayı?
Sanki geldin de ne buldun bu harab-âbâde,
Bezm-i gam da bana hün-ı ciğer oldu bade!
Bazı davetlere, eğlentiye icab-ı zaman
Gidilir de buluşurduk bütün ihvan, yaran.
Gitgide söndü bu, tazyik-ı hükümet şiddet
Gösterip kalmadı bir yerde muhabbet sohbet.
Başlamışlardı fakirin izini takibe,
Bu ilerlerse eğer kaynarız elbette dibe
Düştü efkârıma endişe-i habs ü menfa,
Az zaman sonra zuhur eyledi, çok sürmedi ya!
Bab-ı Zabtiyye’de bir haylice müddet yattım,
Lûtf-ı Yezdan’la başımdan bunu da atlattım.
Çıktım amma tanıdıklar bana vermezdi selam,
Nerde olsam iki casus-ı lâin subh ile şam.
Reh-i takib ü tecessüste güderdi izimi,
Ben de ihvanı görünce çevirirdim yüzümü.
Anladım ki yaşamak burda benim çün müşkil
Olacaktır, sonu zindanda zaruretle sefil
Bir ölüm, başka çıkar yol olamaz terk-i vatan,
Ederim be, ne olur? Şimdi de efkâra plan
Bulmanın çaresi, yani vapura binmek içün
İzmir’e tezkire. Sonra? Onu da yolda düşün.
Hasbihal eyleyerek gönlüm ile dertleştim,
İki ay sonra hülasa vapura yerleştim.
Bir haber göndererek valideye İzmir’de
İstedim gelmesini yok ise korku, bir de
Açmasın kimseye asla şu benim gittiğimi.
Validem geldi görüştük, geceye doğru gemi
Demir aldı, Beyrut’u Kıbrıs’ı İskendere’yi
Tuttu, çıktık, karaya bastık ayak, ben de neyi
Yağlayıp pullayarak kendimi attım Mısır’a,
Şevk-i hürriyet ile sırtımı verdim hasıra.
Bir sabah Kahire’ye çıkmış idim erkenden,
Aramıştım oralarda iyi bir Türkçe bilen.
Biri çıktı, dedi: Çoktur burada Türk oteli,
Koyduk eşyaları bir faytona bindik, bedeli
Ne kadardır gecede, bilmeli öğrenmeliyim,
Cümle-i mamelekim yirmi kuruş, bir de ney’im.
Bir fırankmış, ne ise bir oda tuttum derhal,
Parasızlıkla bu yerde yaşamak emr-i muhal
Olduğu zihnime saplandı düşünmekte iken
Birisi sordu:
“Birader yeni mi geldin sen? ”
“Şimdi.”
“Fikrin burada çokça mı kalmak? ”
“Bakalım.”
“Sanatın var mı? ”
“Var az çok.”
“Ne yaparsın? ”
“Kavalım”
Koltuğumdaydı çıkardım, bir iki nağme ile
Bir gezinti yaparak kestim. 0 âdem acele
Ellerimden tutarak kalk dedi, hem yalvararak,
Vardı halinde asalet, dedi:
“Yahu, bana bak!
Ben deminden seni tetkik ile meşgul oldum,
Keşfimin hepsini zatında tamamen buldum.
Sen kaçaksın, bura gurbet sayılır gerçi, fakat
Sanatın kıymet-i hakkı seni pür-şevk u neşat
Nerde olsan yaşatır, bak şu bina yok mu? Dolaş,
Karşıki dükkâna gir, sahibi Artin Karakaş
İyi âdemdir o, git, gör, ona ney üfle biraz;
Seni hem mangırda müstağrak eder hem i’zâz.”
“Necidir, söyle.”
“Fonoğrafcı, saatçi, tüccar
Haydi, hiç durma, o âdem bu ney’i çoktan arar”
Kalktım artık, köşeyi saptığım anda dükkân
Karşıma geldi, göründü: Kocaman bir camekân.
îçeri girdim, o esnada sual eylediler,
Ben de anlattım işin olmuşunu ser-ta-ser.
Hâsılı dinledi takdir ile iş verdi heman.
Hakladım beş lirayı, akşam olunca oradan
Beni irşat eden ehl-i dili buldum derhal,
Dedim eltâfını gösterdi Cenab-ı Müteâl.
Metelik girdiği anda cebe ten oldu çelik.
Doğru meyhaneye gittik, kafayı tütsüledik.
Kardaş olduk, yedik içtik, gece döndüm otele.
Dalmışım uykuya şükreyleyerek Lem Yezel’e.
İki-üç sözle Mısır’da o geçen beş seneyi
Kapamak istiyorum, çünkü bu eyyamı iyi
Bir zamana bırakıp yazmalıyım dikkatle,
Ömrümün kısm-ı mühimmi sayılır bence hele.
Fikrimin orda zuhur eyledi istiklali
Ki bütün tarz-ı hayatım buna burhan – celî.
Olmadım kimseye bende, bana da yok kul olan,
Yaşadım sanatımın zıll-ı maaşında heman
Aldığım para, mukabil hüner ü sanatıma,
Çok mudur yoksa benim kıymet-i mahiyetime?
Görmedim bir gece endışe-i ferdasız ben
Geçmedi bir günüm azade-i enduh u hazen,
Kulak astırmadı yoksa bana derya-dillik,
Vermedim kahrına, eltâfına dehrin metelik.
Bakınız, durmak için işte huzur-Ullah’a
Bir temiz don bulamazsın ayağımda ki daha!
Şimdi şu kırk seneye baliğ olan sinnimde
Eski püskü görülen elbiseler eğnimde
Ya hazırdır, ya hediye. Bugün ısmarlamadan
Yapılan beş katı geçmez, buna vallahi inan!
Sinema, hayli fonoğraf ile yüzlerce plak,
Şahid-i marifetimdir benim. Üç beş avanak
île bir makbereye döndürülen hâk-i vatan
Beni takdir ederek besleyemez. Çünkü zaman,
Hani yazmıştım a Manzume-i İstanbul’daı,
Hüner ü marifetin düşmanıdır her yolda.
Bunu burda keselim, çünkü Mısır’dan bıktım.
Yazdığımdan iki ay sonra şu na’tı çıktım.
Fakiri sen halas eyle Mısır’dan yâ Rasülallah,
Meded kıl, sırtımı kurtar hasırdan ya Rasülallah
Çamurla imtizaç etti pabuçlar altı yıl amma,
Çoraplar iştikâ eyler nasırdan ya Rasülallah!
Bela takip eder kaçtıkça, hikmet ben nedir bilmem,
Başım kurtulmuyor eşşekçe hırdan ya Rasülallah!
Züğürtlükten beni dilsiz sanırken çarşıda aşçı,
Eşek ekmekçidir evde bağırtan ya Rasûlallah!
Gelip de haneme her gün gürültü etmede daim,
Ne ister ben gibi bir tamtakırdan ya Rasûl-Allah?
Züğürtlükten fakirim öyle bin yıllık cenabet kim
Dayak yer girse hammama natırdan ya Rasûlallah!
Bu dünyada neler çektim bilirsin, lütfedip bari
Çıkarma rüz-ı mahşerde hatırdan ya Rasûlallah!
Gümüş, altın gibi madenlere çoktan darılmıştır,
Bulunmaz sikke Neyzen’de bakırdan ya Rasûlallah!
İzmir oldu vatana avdetin ilk iskelesi,
Sâz-ı hürriyetin ahengi bozukçaydı, sesi
Uymamıştı daha kanuna nizâmat-ı usul,
Telleri karma karış, hepsi de çangıl çungul!
Bu akordu yapacak ehl-i hüner elbette
Bulunur sanmış idik daire-i millette.
Bir gün Eşref ile bir yerde oturmakta idim,
Karşıdan görmüş idi Hazreti, Doktor Nâzım
Gülerek geldi, oturdu, dedi ki Eşref ona:
Gelecek şimdi Prens, baksana Kordonboyu’nal
Bu kadar halk birikmiş onu istikbale;
Bakın insaf ederek ortadaki ahvale.
Yakışan şimdi, size terk ile hırsı, kini,
Alınız daire-i sâ’ye Sabahattin’i.
Dedi Nâzım:
“Bana bak Bey Baba, sen bil ki şunu,
Dediğin farz edelim olsa da, bizlerce sonu
Bir riyaziye-i katiyye ile müsbettir
Ki Prens haşre kadar düşman-ı Cemiyettir.”
O vakit gördüm içinde vatanın hırs ile kin,
Bunu kim olsa ederdi o zamandan tayin.
Atladım bir vapura ertesi gün İzmir’den,
Çıktım İstanbul’a, bir cuma günüydü erken.
Geçti eyyam-ı bela, geldi safanın sırası,
Mahfel-i zümre-i yarandı Direklerarası.
Ne kadar var ise erbab-ı sühan ihvandan
Toplanıp sohbet ederlerdi gönülden, candan.
O muhabbet yine baki diye pür-şevk u visal
Geldim amma hani ihvan, hani o feyz ü kemal?
Sahib-i fikret olanlarda taanüdle gurur,
Hepsi bir hiss-i tahakkümle safa-yâb-ı sürür.
Bezm-i yaranı güneşlendiren envâr-ı kulüb,
İhtirasât ile olmuştu tamamen mahcup.
Şımarıklıkla eşekli bütün etvârından
Sezilir, hissolunur hepsinin efkârından.
Yolda, çayhanede hayvancasına fiskoslar,
Arkasından bakarak herkesi tenkide dalar.
Hangi telkin ile safiyyet-i vicdan değişir?
Nal, yular bir de semer uğruna har olmaz a şîr!
Yâd-ı mazi ile az çok görüşürdük yine biz,
Oldu bir vaka sebep ayrılığa, dinleyiniz:
Ki bir geceydi o günler, Sabah-ı Hürriyet,
Fera/j’ta oynanacakmış duyunca bir niyet
Edip biletleri aldım, gelince vakt-i dühûl,
Tiyatronun kapısında polisle süngülü kol!
“Yasak! ” demişti bir asker, sebep nedir, sordum
Bilen yok ortada, hayli zaman da ben durdum.
Dedim biletleri versek de parayı alsak,
Yakıştı doğrusu hürriyet aşkına bu yasak!
Duyan kim? İşte o esnada koptu bir heyecan:
Yapış, bırak, şunu tut, dur, tokat, koşanla kaçan,
Arar mısın? Karakollarla süngülü asker
Yetişti ayrıca, oldu sokakta bir mahşer.
Nutuk, patırtı, rezalet, sada-yı hürriyet,
Dövüş, münakaşa, dava, rical-i Cemiyet!
Bu sürmüş altı saat, ben makama ermiştim,
O kanlı mahbes-i maziye postu sermiştim.