belki gerekli, belki gereksiz
Bu kitapta, daha önce yayımlanmış olan üç kitabımdaki (Tebliğ, Hoş Geldin Halil İbrahim, Dört Pencere’deki) şiirler ile, şimdiye kadar hiçbir yerde yayımlanmamış kırk beş şiir var. Yani hepsi yüz on üç şiir.
Benim ilk gözağrım, ilk şiir kitabım Tebliğ’dir. Onun yüzünden başıma gelmedik kalmadı. Ama çok severim onu, belki bu yüzden çok severim. Bana hem çok çektirdi hem çok şeyler öğretti diye. “Bana çok çektirdi,” demem, biraz tuhaf kaçtı galiba. Çektiren o değildi bana aslında, bunda ne suçu vardı o zavallıcığın?
Toplatıldı bu kitap. Kitap dediysem gözünüzde büyütüp bir şey sanmayın. 48 sayfalık küçük boy bir şey. Topu topu 18 şiir vardı içinde. Çıktıktan az sonra toplatıldı, 1943 yazında. O zaman İstanbul’da sıkıyönetim ve dünyada savaş vardı. Savaş, yıllardır her yanı kasıp kavuruyordu. Hemen hemen bütün Avrupa inim inim inliyordu faşizmin yumruğu altında. O zaman bizim İstanbul’da savaş yoktu ama açlık ve yoksulluk sarmıştı bütün şehri. İnsanlar kırılıyordu açlıktan. Ekmek, vesikayla ve çamur gibiydi. Şeker yoktu, kahvelerde beş-on tane kuru üzüm korlardı çay bardaklarının yanına, şeker niyetine.
Ben o sıra İstanbul Hukuk Fakültesi’nde okuyordum. Hapsi bitirmiş, er olarak askerliği de bitirmiş, İstanbul’a gelmiş, tek dayanağım ablamı genç yaşında toprağa vermiş, bir başıma, sipsivri kalmıştım. Bir ağabeyim vardı, Anadolu’nun bir köşesinde çoluğuyla çocuğuyla yaşayan. Ama ne olursa olsun, üniversitede okumayı kafama koymuştum. Aç tok, eski meski, kirli mirli demeyecektim, yüksekokulu bitirecektim. (Nah bitirirsin sen, sende bu kafa varken!)
Şimdi Marmara Sineması’nın ve Beyaz Saray’ın filan bulunduğu o sırada bir lokanta vardı, adını unuttum. Ben çokluk Şehzadebaşı’nda ya işkembe çorbası ya da tahin pekmezle doyururdum karnımı; Sirkeci’deyken de köfte ve piyazla ya da gene işkembe çorbasıyla. Arada bir bir kap sıcak et yemeği ve bir kap pilav çekerdi canım, o lokantaya girerdim. Ömrümde ben ilk kez orada gördüm on iki-on üç yaşında körpecik körpecik kız çocuklarının gizli orospuluk yaptığını. Yaşlı başlı kadınlar, ellerinden tutup getirirlerdi onları oraya. Şimdi bunu burada söylemenin sırası mı sanki? (Ne gülüyorsun orada pis pis ulan, ne gülüyorsun? Açlık nedir, bilmez misin sen?)
Bir yandan gündüzleri Hukuk Fakültesi’ne devam ederken, bir yandan da geceleri Tan gazetesinde musahhihlik (düzeltmenlik) yapıyordum. “Bak, ne de işini bilir hınzır, tam yerini bulmuş, nasıl da atmış oraya kapağı,” der şimdi içinizden biri. Desin varsın. Ama benim orada da anam ağlardı. Her akşam saat 19.00’da işe başlardım, iki kişi karşılıklı okurduk babam okurduk, bir saat, iki saat, üç saat, beş saat, altı saat, sekiz saat; en son savaş haberleri gelene kadar, saat üçe, dörde kadar, bazan gün ışıyana kadar okurduk. Bitmezdi bir türlü Allahın belâsı yazılar (elli yaşıma kadar da bitmedi) . Ve düzeltirdik babam düzeltirdik, düzeltirdik babam düzeltirdik.
Çarşaf gibi ilanlar yayıldıkça yayılır, büyüdükçe büyür, Marmara Denizi gibi olurdu. Oluk oluk yazılar gelirdi, gözümüzün önünde bu yazılar fabrika bacaları gibi, Beyazıt Kulesi gibi uzadıkça uzar, uzadıkça uzardı. Ve biz ha bire okur, ha bire düzeltirdik. Hele Almanların o zafer günlerinde, ciğerime kan otururdu savaş haberlerini okurken. Kimi kolonlarda da o kadar yanlış çıkardı ki, hemen hemen bütün yazı yeni baştan dizilir gelirdi. Hadi biz de yeni baştan okur, düzeltirdik yazıyı. Sonra bir daha gelirdi aynı yazı, bir daha bakardık düzelttiğimiz satırlara. Havasız, küçük bir odada sigara dumanlarına boğulurduk. Her zaman başımız ağrır, midemiz bulanırdı.
Birlikte çalıştığım arkadaşlar dayanamazlardı. Bu yüzden sık sık değişirlerdi. Çokluk memurlardan olurdu bunlar, çoluk çocuk sahibi orta yaşlı memurlardan. Geçinemezler, bir türlü iki yakalarını bir araya getiremezlerdi. Efendi efendi gelirlerdi gazeteye, çekingendiler, hızlı okuyamazlar, benim okuduğumu da izleyemezlerdi. Acırdım onlara ama ben onlara acıdıkça benim işim ağırlaşırdı. (Sen kendine acısana be, şapşal!) Dayanamazdı zavallıcıklar sonunda, nasıl efendi efendi gelmişlerse öylece efendi efendi giderlerdi. Kırk gece, yüz gece değildi bu, iki yüz gece değildi.
Haydi yazın neyse hava güzeldi, yollar kuruydu, gökyüzü ışıl ışıldı, sigaranı tüttürür, türkünü çığırır, yürürdün kuru yollarda. Ama kışın? Kışın mahvolurdum. Tramvay, otobüs, dolmuş molmuş yoktu, karlara bata çıka, düşe kalka, tipiyi yiye yiye, kemiklerim sızlaya sızlaya, Sirkeci’den Karagümrük’e yürürdüm. Buz gibi, kapkara odama kadar. Ossaat vururdum kafayı ama uyku tutmazdı bu sefer. Kafam uğuldar, keçelenir, uyuşur, çatlardı. Elbet bunlar olacaktı, elbet anam ağlayacaktı, ekmek parasıydı bu, adam dolandıracak değildik ya, buna bir şey dediğim yok benim. Ama bari karıncığım doysaydı.
Gazeteden aldığım para, benim bir tek canımı bile geçindiremiyordu. Ara sıra ağabeyim imdadıma yetişirdi de, ancak o zaman soluk alırdım. Yani, demek istediğim, oranın da tadı yoktu (zaten elli yaşıma kadar, çalıştığım hiçbir yerin, hiçbir çekilir yanını görmüş değilim) . Ne kimsem vardı ne de tutunacak bir dalım. İşsiz ve aç kalmaktan korkuyordum. Sonraları da hep bu korku itelemiştir beni öyle pis, ağır işlere. Başka çarem de yoktu ama. Arkamda polis, her gittiğim yere damlıyordu. Kim bana, şurada iş var, gel şu işi gör, dediyse bir saniye bile düşünmeden, hemen o işe dalmak zorundaydım ve alabildiğine sömürülüyordum. Çok az bir parayla ve bile bile.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi, aylık bir sanat dergisinin (Yürüyüş) bir sürü ıvır zıvır işlerine, yani dergiye yazı bulmak, para bulmak, yazıları matbaaya vermek, düzeltme ve sayfa düzenini yapmak, matbaadan almak ve ta Fatih’ten başlayarak Harbiye’ye kadar yürüye yürüye dergiyi dağıtmak işlerine burnumu sokmuştum.Siz benim, burnumu sokmuştum, dediğime bakmayın, yaşadığımı o zaman anlıyordum asıl. Hele hele şairlik de olunca bir şiir döktürüp yayımladım mı o şiiri o dergide, unuturdum her şeyi, bütün yükler, ağırlıklar kalkardı üstümden. Boş yere demezdi Nâzım, “Çocuklar, şiir yazmak nefes almaktır,” diye.
Sahi, Nâzım’ın da bir-iki şiirini bastıydık o dergide. Bursa Cezaevi’nden gönderdiği şiirlerdendi bunlar. Bir arkadaş getirirdi bana bu şiirleri. “İbrahim Sabri” adıyla yayımlardık. Ben almıştım üzerime bu şiirlerin sorumluluğunu, “İbrahim” benim göbek adım, “Sabri” babamın adıydı. Uçardım o şiirler yayımlanınca. Tabii Nazım’ın haberi yoktu benim bu uçtuğumdan. Ama dergide benim, “Bir İnsan” şiiri çıkınca, yakayı ele verdik.
Bir gün kahvede otururken bana Nâzım’ın şiirlerini getiren arkadaş geldi, yanımıza oturur oturmaz: “Yahu,” dedi, “senin ‘Bir İnsan’ şiirini pek beğenmiş Nâzım, ‘Kim bu A. Kadir? ’ diye soruyor mektubunda.” Der demez, içime güneş doğdu. Ama hiç istifimi bozmadım (Galiba yanında o vardı, hani şu şair, seni hiç çekemeyen. O zavallıyı çatlatmamak için istifini bozmamışsındır) . Yalnız, “A. Kadir, Ankara Askerî Cezaevi’ndeki Küçük Efendi’dir diye yaz,” dedim. Bunu neden anlattım burada? Hay Allah, nereden nereye!
Daha çok Küllük’te toplanırdık o sıralar ya da o sıralardan önce. Şairler, yazarlar, çizerler, dostlar, falanlar filanlar… Çoğumuzun açlıktan bağırsakları kurumuş, karşımızdaki lokantadan yayılan döner kokularını içimize çeke çeke, çekişir dururduk. Oraya, karşı lokantaya, sık sık kalburüstü yazarlar, sanatçılar gelirdi: Yahya Kemal’ler, Ahmet Hamdi Tanpınar’lar, Arif Dino’lar, Orhan Veli’ler, Abidin Dino’lar, Asaf Halet Çelebi’ler. Aramızdan onları tanıyanlar, tanımayanlara gösterirdi. Onlar orada mis gibi döner yerdi, biz beride birbirimizi yerdik.
Ahmet Hamdi Tanpınar şeref vemişti bir gün masamıza. Nasıl olmuştu bu? Herhalde içimizden onu tanıyan biri buyur etmiş olacaktı. Herhalde o da kırmamış onu, gelmişti. Ya da kendini dinletecek birilerini bulduğu için gelmişti. Bizi saygıyla ayağa kalkmış görünce bacak bacak üstüne atarak ve kürdanla dişlerini karıştıra karıştıra, dünyaya metelik vermeyen bir edayla, bize şiir üstüne vaaz vermişti. Ne demişti Ahmet Hamdi Tanpınar o gün? Hiçbir şey kalmamış aklımda. Ben ne düşünmüşümdür acaba o gün? Bakmış bakmışımdır onun yüzüne, şöyle düşünmüşümdür, bilmem doğru, bilmem yanlış: “İnsanı şiirden soğutur bu adam, insanı verem eder! “
Dünyada savaş vardı o zaman. İstanbul’da sıkıyönetim, açlık ve yoksulluk.
(…..)
Gene o sıralarda, pek iyi hatırlamıyorum; belki Tebliğ kitabı toplatılmadan, belki toplatıldıktan sonra, bir gün gazeteye geldiğimde bir davetiye verdiler. Rus Konsolosluğu’nda gösterilecek bir film içindi bu davetiye. Bir-iki arkadaşla birlikte gittik. Büyücek bir salon hıncahınç doluydu. Hüseyin Cahit’inden Sabiha Zekeriya’sına, Necmettin Sadak’ından Vâlâ Nurettin’ine, Ahmet Emin Yalman’ına kadar, bütün Bâbıâli oradaydı.
Gösterilen filmin adı Stalingrad’dı. Sonradan o filmi, bütün Türkiye gördü. Çok güzel dokümanter bir filmdi. Gerçek savaş sahneleri, dünyada eşi az görülmüş kıyasıya bir boğuşma ve o zamana kadar hiç görmediğimiz ölüm saçan silâhlar ve dişiyle tırnağıyla vatanını savunan insanlar… Bir mahşer, bir kıyametti. Bir yanıyla korkunç, kanlı bir savaş. Bir yanıyla kutsal bir savaş. Herkes etkisi altında kalmıştı filmin.
Kitap toplatıldıktan az bir süre sonra tutuklandım. Emniyet Müdürlüğü’nde ayaküzeri ilk soru, Rus Konsolosluğu’na kaç kişiyle gittiğim ve orada kimlerle görüştüğüm oldu. Birden afalladım, ne biçim soruydu bu? Sonra bir hücreye tıktılar beni ve günlerce çıkarmadılar. İkinci soruyu, emniyet müdür muavini sordu makamında:
“Bu kitap ne be? ” Bizim zavallı Tebliğ’i tutmuş elinde, mendil gibi sallıyordu: “Bu kitap ne? ”
“Şiir kitabı,” dedim. Önündeki kahve fincanını gösterdi, hiç unutmam, bende ayakta duracak hal yok, iki gün iki gece uyumamışım, hep ayakta bırakmışlar, hiç oturmamışım, ağzıma bir lokma bir şey koymamışım, boğazıma bir damla su girmemiş, bir tek sigara bile içmemişim. Hepsi yasak.
“Şu fincana dair şiir yazsana… Nedir o, açlık, sefalet, açlık, sefalet? .. Rus Konsolosluğu’nda da neler olduysa hepsini anlatacaksın bize… Ne diye gidersin ulan sen öyle Rus filmlerine? ..”
Ben, “Hiçbir şey olmadı orada. Filmi seyrettik, çıktık. Neden bunu yalnız bana soruyorsunuz? Çağırın Hüseyin Cahit’i, sorun,” dedim. Ses yok.
“Toplatılan kitabım da mahkemeye verilsin, orada savunurum kitabımı,” dedim. Gene ses yok. Yalnız, “Her şeyi söyleteceksiniz buna! ..” dedi, arkamda duran iriyarı polise.
İki gün iki gece daha bıraktılar beni o şekilde, ayakta, uykusuz, aç, susuz ve sigarasız. Dudaklarımı kıpırdatmaya, bir kelime söylemeye mecalim kalmadıydı. Bir şiir kitabı ve Stalingrad filmi yüzündendi bütün bunlar. Kitap, mahkemeye verilmedi. Bana en ufak bir savunma hakkı tanınmadı. Konsolosluk meselesinden de bir şey çıkmadı tabii, zaten onlar da biliyorlardı bir şey olmadığını, herkes gibi kollarımı sallaya sallaya girmiş, herkes gibi filmi seyretmiş ve gene kollarımı sallaya sallaya çıkmıştım.
Beşinci gün bir yatak getirdiler ve, “Haydi yat bakalım,” dediler. Soluğum kesiliyordu neredeyse. 0 gün hayatımın en güzel uykusunu uyudum orada. Sonra da, sıkıyönetimin sürgün kararını bildirdiler. Peki, madem böyle bir karar vardı, dört gün dört gece bu şakayı bana neden yapmışlardı?
Ama Stalingrad filminin şakası orada bitmedi. Üç-dört yıl sonra, galiba 1946’da ya da 1947’de falan, Kırşehir’de sürgündeyken, aynı Stalingrad ora Halkevi sinemasına getirilip oynatıldı. Film tutuldu. O sinemada haftada iki kez film değişirken bu film bir hafta oynadı; bir hafta sonunda da kaldırılmadı, ikinci haftasına başladı. Genç bir stajyer hâkim vardı Kırşehir’de, bir akşam lokantada bir-iki arkadaşıyla yemek yerken, şarabı herhalde fazla kaçırmış olacak, başlamış nutuk çekmeye,
“Nedir bu böyle, Rus filmini günlerce oynatırlar, milleti zehirlerler,”demeye. Yarım saat, bir saat kadar sonra, bir-iki öğrenci, bir-iki garson, beş-on kişiyi takmışlar peşlerine, gitmişler sinemanın önüne, benim bu olanların hiçbirinden haberim yok, ya bir kahve köşesinde büzülmüş kitap okuyorum o sıra ya da odamda yatmıştım. Sinemanın önünde bağırmış çağırmışlar, yırtmışlar afişleri, büyük bir kalabalık olmuşlar, çarşıdaki bütün millet de bunlara katılmış. Oynatmamışlar o gece filmi. Ertesi gün de tabii emniyet müdürlüğü, usulen bir soruşturma açmış. Birçok kimsenin ifadesi alınmış, bu arada sinema sahibinin de ifadesi alınmış. Bir-iki gün sonra, bir öğleüzeri çarşıda emniyet müdürüyle karşılaştım, beni çevirdi ve alaylı alaylı,
“Haberin yok hiçbir şeyden senin,” dedi.“Bu işin kışkırtıcısı kim, diye sordum sinema sahibine, ne dedi bilir misin? ‘Burada bir sürgün var, siyasi, böyle şeylere ancak onun aklı erer, o kışkırtmıştır bu çocukları,’ dedi.” Ve arkasından ekledi emniyet müdürü: “Sen ne söylüyorsun yahu, dedim, o bu filmin kaldırılmasını değil, daha yüz yıl oynatılmasını ister.” Ve kahkahayı bastı gitti. Ne düşünüyorum biliyor musunuz şu anda, “bastı gitti”nin arkasından noktayı yapıştırdıktan sonra? Şimdiye kadar kim bilir ne insanlar okka altına gitmiş şu yeryüzünde!
Ama herkes enayi değil. Kimi kurnazlar, ne yapar yapar, gitmez okka altına. Bakın gene nereden nereye? Söylemezsem rahat edemeyeceğim. Bir genç dostum vardı benim, ben sürgünlerden geldikten sonra başlamıştı bu dostluk. Aynı dergilerde yazmıştık. Kendini çok beğenir bir hali vardı. Konuştuğu vakit mangalda kül bırakmazdı. Yazılarıyla bütün sanatçı tayfasını hizaya getireceğinden falan dem vururdu. Ben hoş görüyor, zamanla durulur, diyordum. Zekiydi ve duygulu bir yanı da vardı. Ya da ben öyle sanıyordum.
Günün birinde bir kitap çıkardı ve bu kitap toplatıldı, mahkemeye verildi. Tabii ossaat başladı bu arkadaşın adı çevresinde dedikodular. Daha çok da en yakınları yapıyordu bu dedikoduları. Söylemedik söz bırakmadılar. Bizde âdettir, diyordum kendi kendime, birisi kabukları kırıp biraz yürümeye başladı mı, arkadan çelmeler takılmaya başlar. Bizim dost, mahkemeye gidip geldikçe de morali bozuluyordu. “Bilirkişi raporu aleyhimde, işler kötü, verecekler yedi buçuk yılı, muhakkak verecekler! ” deyip duruyor, bayağı fenalıklar geçiriyordu.
Elbet kolay değildi yedi buçuk yıl hapsi hiç yoktan göze almak. Haklıydı çocuk. Bir arkadaşı olarak çok üzülüyordum ben de (Enayiliğine doyma!) Bir gece yarısı zavallı karıcığı geldi bizim eve. lki gözü iki çeşmeydi.
“Gece yarısı oldu, hâlâ gelmedi,” dedi, “bugün de mahkemesi vardı.” İçim cız etti birdenbire. Biz, acaba tutuklandı da hapisaneye mi gönderildi, yatağı da yok, gece nerede yatar zavallı, nasıl etsek de öğrensek şunu, bari bir yatak göndersek, diye düşüneduralım ve çare arayalım, beyimiz, o meyhane senin, bu meyhane benim, gece yarılarına kadar çek kafayı, evden merak ederlermiş, üzülürlermiş, yollara düşerlermiş, sen boş ver hepsine, dik rakıyı zom ol. (Bir şiir kitabının önsözünde bunları anlatmanın ne gereği mi var? Dur, patlama!)
Bir gün biri kulağıma eğilir, ikimizin de arkadaşı olan biri: “Seninkinin kitabı hakkında mahkeme dosyasında bir rapor varmış, bu raporda hep sizler (sizler dediği, toplumcu şairler, hikâyeciler falan) anlatılıyormuşsunuz, sana bu rapordan hiç söz etmedi mi? Bu raporu yazanın, bizim çok yakınımızdan olmasından da kuşkuluyum, sizleri iyi tanıyor…” Çarpıldım tabii bunu duyunca. “Sorarım bunu kendisine, ” dedim. Ve sordum bunu kendisine bir akşamüstü Taksim’de bir kahvede otururken, onun hep sustuğu bir akşamüstü:
“Yahu,” dedim, “bir rapor varmış senin dosyanda, bu raporda toplumcu şairlerden, hikâyecilerden söz ediliyormuş boyuna. Sen neden söylemedin bana bunu? ” Şöyle yan yan baktı, düşman gibi baktı, ağzını yaya yaya, ısırır gibi ve küstahça,
“Nesini söyleyeceğim,” dedi. “Kitapta sizleri övdüm diye okka altına gidiyorum işte! ” Kaynar sular döküldü tepemden aşağı.
Sonraları bu dost, daha çok, şu bunalımcı şairleri falan dost edindi kendine. Hele, bilirkişilerden birine, faşistlerin en arsızına, Peyami Safa’ya başvurdu derler ki, vebâli boynuna. Ama çok şükür, okka altına gitmemeyi becerdi.
Bana emniyette sürgün kararı bildirildiği gün, Parmaksız Hamdi, “Nasıl, mavi gözlerden bahseder misin şiirlerinde, işte sonun böyle olur! ” dedi. “Açlık, sefalet, mavi gözler…” Böylece sürgünü boyladık. Beş yıl oradan oraya süründüm durdum. Bir ölmediğim kaldı.
Okşuyorum Tebliğ kitabını, masamın üzerinde duruyor; oğlumun yumuşacık, sarışın başını okşar gibi okşuyorum. Üç formalık küçücük bir şey. 18 şiir var içinde topu topu. Neden dört forma yapmamışım? Param çıkışmamış olacak herhalde. Oysa kitaba girecek yedi-sekiz şiirim daha varmış. Buldum onları, koydum bu kitaba. Kıyı köşe arama yaptım bizim evde bir gün, “Hep başkaları yapacak değil ya aramayı, bir de ben kendim yapayım,” dedim, epey şiir buldum: “Sürgünde yazmışım, sonra İstanbul’a gelince yazmışım, Hoş Geldin Halil İbrahim ‘lere, Dön Pencere’ye koymamışım onları. Ama düşünüyorum, daha şiir olacak. Kurcalıyorum kafamı, onlar nerede?
İlk aklıma gelen, Konya’da sürgündeyken hiç sebepsiz basmışlardı bir gün odamı, çok şey almışlardı. Aldıkları arasında, yeni yazdıklarım ama bir türlü kopya çıkarıp arkadaşlara gönderemediklerim vardı bir sürü. Onlar yok artık. Ama onlar o kadar önemli değil bence. Ben asıl, Nazım’ın mektuplarına yanarım; onları aldılardı, bir tomardı. (Bu aramadan sonra, Nâzım’dan gelen birkaç mektubu, Konya’da benimle sürgün bir arkadaşa vermiştim, “Daha iyi saklarım ben,” demişti.
“Aman, iyi sakla! ” demiştim ben de ve mektupları vermiştim ona. Burada, İstanbul’da rastladıkça hep sorarım ve isterim arkadaştan o mektupları. Hele, 1938 Harp Okulu Olayı ve Nâzım Hikmet kitabını hazırlarken çok lâzım olmuştu bana o mektuplar. Ne yapalım, arkadaşımız her seferinde, “Evde bir yerde olacaklar, ama ararım ararım bir türlü bulamam, mirim,” der. (Onları bu kadar da iyi sakla dememiştim ki ben ona.)
Tebliğ kitabını ayrı olarak, tek çıkarmayı düşündüm ilkin. Baktım o zaman kitaba koymadıklarım var; ayrıca Hoş Geldin Halil İbrahim’in ikinci baskısı da bitiyor. Dört Pencere’nin birinci baskısı biteli yıllar oldu. O kitaplara girmeyen bir hayli de şiir var, hiçbir yerde yayımlanmamış şiirler bunlar, kırktan fazla. “Bu işin en doğru yolu,” dedim, “baştan başlayıp tarih sırasına göre, şiirlerin tekmilini bir kitapta toplamak.” Öyle de yaptım. Bir dostum da, “Öyle yap, öyle yap, ” diye üzerine basa basa tekrarladı: “Öyle yap, şiirlerin altına da tarihleri unutma, çivikakacak değilsin ya bu dünyaya, sen gidince elbet birisi kurcalayacak seni, ona kolaylık olur.”
Elbet ben de bir gün kalıbı dinlendireceğim. (Hem o kadar da yorgunum ki!) Ama galiba yapacak çok işim var daha. Yoksa neden her kitap çıkarışımda, “Dur bakalım, daha yeni yeni başlıyoruz! ” demek gelsin içimden?
Ekim, 1968
Mutlu Olmak Varken