Ey sulara serinlik veren…
Karanlık tapınaklarının ateşini insanların ruhuyla besleyen bir çağa geldik.
Bir çağa geldik ki belleksiziz.
Hafızamızı değil, yalnızca bedenimizi terletiyor alevlerin yalımı.
Heybemizde darı yok; kırbamızda su kalmamış; elimiz hançere yakışmıyor artık.
Güneye dönüyoruz, ama aklımızı bir türlü alamıyoruz kuzeyden.
Karışık bir kafa için dua okuyacak dilimiz kekeme.
Kekeme dilimizi çözmek için bize dua edecek kim varsa kayıp…
Kayıp bir ahaliyiz biz.
Buraya gelirken yollara işaret koymaya akıl erdiremedik.
Eski bir alışkanlık arıyoruz, üstü örtülmemiş bir iz, bir emare.
Bir emare, belki bize hatırlatır, bülbül kafesinden bir göğsümüz olduğunu.
Ama hiçbir can alıcı işaret çarpmıyor gözlerimize.
Gök çadır olmaktan vazgeçmiş, yer taş kesmiş sanki.
Ne yağmur bize merhamet bahşediyor, ne toprağı çatlatan çiğdemle yandaşlık kurabiliyoruz. Ancak birbirimizin kanını akıtarak anlayabiliyoruz canlı olduğumuzu.
İnsan oluşumuzla en büyük aşinalığımız bu.
Sıcak kana dokununca diyoruz ki, “tamam, demek burası hâlâ dünya! ..”
Dünyanın dönüşü başımızı döndürmüyor artık.
Çünkü dönüp bakmıyoruz akıp duran bulutlara.
Çünkü boynumuz kalın.
Ve hiç kimse yüz vermiyor bu tür çocukça oyunlara.
Biz dünyayı işvekar bir çengi gibi düşünüyoruz; böyle kuruluyor aramızdaki bağ.
Yani biz, birbirimizin teninden yükselen buharı soluyarak çiziyoruz yörüngemizi.
Bu sırnaşık rotadan çıkarsak, içimize düşecek kuşkudan ödümüz kopuyor.
Ödümüz kopuyor, aşk deyince Hallac’ı anmaktan.
Çünkü biz, ancak ayarı bozuk bir altın için yüzüyoruz birbirimizin derisini.
Nedir aşka düşmek? Aşk için ölmek ne?
Yabancıyız bu şavkı kalp çatlatan, hesabı ağır sorulara.
Bize düşen kurnazca gülümsemek…
Kurnazca gülümsüyoruz, zülfüne çiğ düşünce tedirginlikten rengi atan eski evlerin mahremiyetine.
Utandıkça, alnındaki terden perçemleri sırılsıklam olan o mahcup damarımız çatlayalı çok oldu.
Nerede bir masumiyet görsek, hemencecik çelik kasamızın şifresi geliyor aklımıza.
Sırrı çözülmüş bir dünyada tek sırrımız bu kaldı.
Daha akşamdan uykumuzu kaçırıyor o kasada saklı duran ne varsa!
Gündüzleri göğsüne keçe çalıp, geceleri uykuda efendilerini arayan dervişlerin avuçlarını dayadıkları kurnalar bize kuru.
Bizimkisi, gözenekleri losyonla ferahlayan fazla beyaz, fazla sarkık bir deri.
Derimizin altında, eşyaya can atan bir vaşak bileyip duruyor dişlerini.
Onu doyurmazsak, bizim hayatımızı yem etmesinden korkuyoruz…
Korkuyoruz ölümün bizi yarı yolda bırakmasından.
Çünkü yaşadığımız çağın çetelesinde her şey buraya ait, her şey balçığımıza zimmetli.
Biz hesap adamıyız; çeklerini imzalamadan ölen birinin ruhunu mahkeme edecek kadar.
Ve elbette adaleti, hissemize dünyadan biraz daha yer kazandırsın diye istiyoruz.
Yani biz istiyoruz ki, gövdemiz külçelerle ağırlaşsın; bu şan, bu şerefle çıkalım çarşılara.
Bu yüzden hiçbir tahammülümüz yok hiçbir oyun bozana.
Bizi bir tek hırkaya çağıranın aklından kuşku duyuyoruz.
Onu hekimlere gönderiyoruz, haznesinden grafikler çıkaran makinalara…
Ey kaderimizin sahibi…
Artık içimiz bütün rüzgarlara açık.
Ne bir sınır, ne bir elek var dünyayla aramızda.
Bizi saklı tutan perdeyi yine biz yırttık; makasımız hâlâ keskin, ama iğne yok yanımızda. Şimdi yakarıyoruz:
Bizi dünyadan sen sakla!
Yani biz, bir bardağa dökülen suya bakınca, her seferinde: “ey su, nasıl da berraksın” diyebilelim, hayretle.
Bir çocuk konuşunca herkes sussun; “bu nasıl güzel tanışıklık” diye geçirsin içinden.
Belki böyle böyle yeniden iz tutar ayaklarımız.
Serinleten bir patika az şey mi, bu ateş ormanında!
Az şey mi, dünya kapımızı çalınca, göğsümüzün gürültüyle çarpmaması…