Siz hâlâ ölmediniz mi? ’
“Muş-Tatvan yolunda güllere ve
devlete inanırsan
eşkıyalar kanar
kötü donatımlı askerler kanar.”
Şırnak’ta neredeyse iki gün süren yoğun ateş kesildikten sonra bir öğretmen yarı çıplak sokaklara fırlamış, zafer işareti yapıyor ve garip sesler çıkarıp, arada bir de “Yaşasın kahraman Türk ordusu” diye bağırıyormuş… Şırnak’taki öğretmen çıldırmış! .. Kıyamet yaşanmış ve şimdilik bitmişti, ama buraya gelen bizler bu vahşetin boyutu karşısında adeta çocuklar gibi şaşkındık. İnsan insana bunu nasıl reva görür? İçimizde acıyla yanan ve yanıtsız kalınca bizi yaşam acemisi yapan soru buydu işte. Şırnak’ta bıçak sırtında yaşanan tarih duygularımızı katılaştırmıştı adeta. Evlerdeki hasarı ölçüyor, yerlerdeki mermileri topluyor, özel tim görevlilerinin ağzından vahşeti açıklayıcı sözcükler almaya çalışıyorduk. Biliyordum, her birimiz bu vahşetin içinden çıktıktan sonra, olmadık yerlerde, bir sabah kahvaltısı sırasında, bir bankta oturmuş denizi seyrederken, sevgilimizle telefon konuşması yaparken, evet olmadık bir anda durup dururken derin bir acıyla ağlayacaktık, sessizce…
Şırnak’ta Yaşadığımız Utanç Duygusu
Öncelikle acımasızca varoluşu, insanlık hakları ayaklar altına alan Şırnaklı için, köyleri, evleri bombalanan, taranan, yağma edilen Kürt insanı için ağlayacaktık. Sonra da bu vahşete bizi tanık eden tarihe ve o tarihi yaşayan kendimize ağlayacaktık. Çünkü Batı’dan gelen bizler için evleri yakılmış, yıkılmış Kürt insanından durum daha acıtıcıydı sanki. O mahvedici çaresizlik yok muydu? Yakıcı güneşin altında, yırtık bir çarşafı korunak edinen ve vücudu yara dökmüş bebeğini avutmaya çalışan annenin karşısında yaşadığımız o ne diyeceğini bilememe, o telafisi mümkün olmayan utanç duygusu yok muydu?
Havada uçuşan yüzlere eskimiş sözcüklerimiz karşısında sanki o mazlum Kürt insanı yüzümüze “Kendini yorma, boşver, biz alışığız” der gibi bakıyordu…
Bu kadarını beklemiyorduk. Yalanın ve alçalmanın bu kadarını. Basın, TV, resmi ve özel çevreler günlerdir Şırnak’ta devlet güçleri ile PKK arasında şiddetli çatışmalar olduğunu yazmıştı. Şiddetli çatışma denen olayın pek izi yoktu ortada. Evlerin yatak odalarının parçalanmış duvarlarının ardında Şırnaklı insanların yatakları, yoksul dolapları görülüyordu. Duvarları parçalanmış pencerelerden uçuşan perdeler, çaresiz bir ağız gibi açılmış yanmış kapılar, yağmalandıktan sonra yakılmış dükkânlar, delik deşik edilmiş cami duvarları, parti binaları, müftülük, yanmış ya da kurşunlanmış özel otomobiller, kamyonlar, şiddetli çatışmanın aslında tek taraflı olduğunu gösteriyordu. Eczaneler bile yağmalanmış ve sonra da yakılıp yıkılmıştı. Oysa artık adı çoktan bu bıçak sırtında yaşanan tarihin kayıtlarına girmiş Tugay Komutanlığı binasında tek bir mermi izi yoktu. Emniyet Müdürlüğü, Valilik, Merkez Polis Karakolu, Adliye binalarında da mermi izleri pek görülmüyordu. Polis lojmanlarındaki kırılmış birkaç pencere camı günlerdir Şırnak’tan aktarılan düzmece haberlere ancak komik bir unsur olarak katılabilirdi. İki gün süren ve ağır silahların konuştuğu çatışma sırasında Tugay binasına hiçbir şey olmuyor, Valiliğe bir tek kurşun bile isabet etmiyordu!
“Şırnaklı Vatandaş Şımarmıştı”
Aklı korumak sözkonusu olunca hemen Şırnak’ın girişindeki noktada bekleyen özel tim görevlilerini düşünüyorum. Kimisi Rambo kıyafetli, kimisi sivil olan bu görevliler akıllarını koruyamadıklarını kendileri itiraf ediyorlardı zaten. Akıllarını korusalar şöyle konuşurlar mıydı?
“Şırnaklı vatandaş zaten şımarmıştı. Hükümetler bunları şımartmış.”
“Buranın halkı senden, benden zengin. Hepsinin altında en iyi marka kamyonlar, Toros marka arabalar var. Benim niye yok? ” (Heyetimize) “Hepiniz bölücüsünüz.”
Akıllarını yitirmeyen, her şeye karşın duyguları yaşayan polis görevlileri de vardı. Bazı polisler olaydan sonra komşuları Şırnaklılardan özür diliyorlardı. Bir polis eşi özür dilemenin artık manasız kaçacağını farkettiği için komşusu Şırnaklı kadına sarılarak hıçkırarak ağlıyordu. Bir başka polis ise bir gazeteciye askeri kontrol edemediklerini söylüyordu. Yine “aklını yitirmeyen” birkaç tim görevlisi “Bu iş silahla çözülmez, masaya oturup konuşmak gerekir” diyordu. Onlar da öldürmekten yakıp yıkmaktan, her an ölüm korkusunu hissederek yaşamaktan tükenip, usanmışlar, insani duygularını yitirmişlerdi.
Halk: “Gerilla Şırnak’a Girmedi”
Evet Şırnak’ta tartışılması gereken şuydu: PKK ile devlet arasında iki gün süren bir çatışma yoktu. Halktan kimse, bir Allahın kulu şehirde asla PKK gerillası görmemişti. Akla en yakın gelen ihtimal ise gerillaların şehre girmeden, dışarıdan bazı yerlerde bir süre taciz ateşi açtıktan sonra hemen dağlara çekilmeleriydi. Asker bu gerilimin de etkisiyle kontrolden çıkmıştı, çıkmaya da hazırdı. Yani çatışma denen şey,48 saat boyunca savunmasız Şırnak halkına ateş yağdırılmasıydı…
“Siz Hâlâ Ölmediniz mi? ”
Evlerin bodrum katlarında, sığınaklarında iki gün boyunca ıstırabın, korkunun ve çaresizliğin gömleğini giyen Şırnaklılar, ateş kesildikten sonra çok daha acı şeylerle karşılaşmışlardı. Ateşe tuttukları evlerdeki insanları öldü sanıp yağmaya gelenler, sığınaktan çıkan insanları görünce derin bir şaşkınlığa düşmüşler ve şöyle demişlerdi: “Yahu siz ölmediniz mi, hâlâ yaşıyor musunuz? ” İnanın, bunu birçok Şırnaklıdan duydum. İfadelerinde, yüzlerinde hiçbir abartının, yalanın izi yoktu. Kimse bu denli oynayamaz. Evet, “Siz hâlâ yaşıyor musunuz? ” Evet, yaşıyorlardı, ama çaresizdiler ve yenilmişlerdi, silahları yoktu. Öyleyse para ve ziynet eşyaları gasp edilebilirdi! Onlar da öyle yaptılar zaten!
“Devleti Devlete mi Şikâyet Edeceğim? ”
Yeni bir işhanı yaptıran, bu hanın altındaki dükkânları ise çalıştıran ve bir de eczanesi olan Kâmil İlhan, başına gelen yağma olayını şöyle alatıyordu: “İşhanımı yeni yaptırıyordum, görüyorsunuz ne hale gelmiş, her yer tank mermileriyle delik deşik. Eczanenin içine girip milyonlarca liralık ilacımı götürmüşler. Ayrıca kasadaki iki milyon para da kayıp. Eczanenin yanındaki elektronik eşya dükkânına da girmişler. Orada da birçok malım çalınıp götürülmüş. Nasıl yağmalandığını pencereden gözümle gördüm. Kalın bir halatın bir ucunu dükkânın kapısına öbür ucunu da 8 tekerlekli askeri bir araca bağlıyorlardı, sonra da araç hareket edince kapı büyük bir gürültüyle sökülüp çıkartılıyordu. Sonra da yağma başlıyordu.”
5-6 katlı yeni bir işhanı yaptıran, birkaç dükkânın sahibi olan hali vakti yerinde bir insan askeri binalara neden ateş etsin? Diyelim etti. Ve o “korkunç çatışmadan” sağ olarak kurtuldu. Bizlere bütün bu olanları öfke ve çaresizlikle niye anlatsın? Zararlarını karşılamak için tazminat davası açmasını öneriyoruz. Yanıtı kısa ve net oluyor: “Devleti, devlete mi şikâyet edeceğim? ” Evet, Şırnaklı açılan yoğun ateş karşısında yenilmişti belki, çaresizliğe boyun eğmişti, ama bu işten asıl kaybeden yakıp yıkanlar, yaralayıp öldürenlere bu vahşetlerini yalanlarla örtbas edenler olmuşlardı. Onlar sonsuza dek erdemlerini ve masumiyetlerini kaybetmişlerdi. Artık onların hiçbir haklı öfkeleri, onurlu bir sevdaları, arınmış sevgileri olamayacaktı…
28 Kişi 48 Saat Boyunca Bir Odada
Şırnak’ın hayalet sokaklarında dolaşırken orta yaşlı bir adam bizi büyük istekle çağırıyor evine. Minibüsümüzden inip yanına gidiyoruz, hemen önümüze düşüp evinin içini gösteriyor. Evinin arka tarafında hemen hiç duvar yoktu. Sadece kocaman bir yarık vardı, burası yatak odasıydı. Odanın tavanı delik deşik olmuştu. Demirlerin arasından alt kat görünüyor. Orası da böyleydi. Top mermileri alttan ve üstten girmişti. Evin sadece ön tarafındaki küçük bir oda sağlam kalmıştı. Buzdolabı ve TV de param parça olmuştu.25 kişilik Mağrur ailesi ateş başlayınca hemen evin altındaki bir odaya sığınmışlardı. Halil Mağrur buraya sığınan 25 kişiye duvarın birinde delik açarak hava girmesini sağlamıştı.25 kişi 48 saat boyunca bu 7-8 metrekarelik odada ölüm ve yaşam arasında gidip gelmişlerdi. Bir ara saklandıkları yere kadar askerler gelmiş, hatta biri odada sığınanları görüp toplu halde öldürmek istemiş, ama yanındakiler buna izin vermemişler, galiba aralarında bu konuda bir tartışma çıkmıştı. Mağrur ailesi bu tartışmaları nefeslerini tutarak dinlemişlerdi.
Belediye Başkanı: “Devlet Güçlerinin Yaptığı İzlenimini Edindim”
Halil Mağrur, Türkiye Kömür İşletmeleri’nden birkaç ay önce emekli olmuş. Aldığı emekli ikramiyesiyle artık sadece bir odası oturulabilen bu evi yaptırmış. Emekli aylığı ise 1,5 milyon. “Bu parayla harap olan evimi nasıl onarabilirim” diyordu bizlere yana yakıla. Evet, TKİ’den henüz emekli olmuş, aldığı ikramiyeyle ailesine yeni bir ev yaptırmış orta yaşlı bir adam devlete niçin kurşun sıksın?
Şırnak’a bizden daha önce gitmiş bazı gazeteci arkadaşlardan Şırnak Valisi Mustafa Malay’ın basın danışmanı Bahattin Özdemir’in yaşanan kıyametten önce aynı zamanda inşaat malzemeleri satışıyla uğraştığını, ama olayda dükkânı yandığı için ailesini alıp Şırnak’tan, belki de bir daha dönmemek üzere ayrıldığını öğreniyoruz…
Vali Mustafa Malay’la konuşmak için valilik binasının önüne geliyoruz. Ancak vali yerinde yok. Kalem müdürüne konuşma talebimizi iletiyoruz. Ertesi gün (3 Eylül) saat 15.00’e kadar arayacaklarını söylüyorlar. Bu sırada valilik binasının bahçesine kırmızı bir minibüs Cizre’den ekmek getiriyor. Şırnak’ın tek can dostu Cizreliler ve Cizre Belediyesi. Devletin yaptığı sadece telefon hatlarını onarmak. Elektrikler hâlâ kesik. Su ise akıyor. Biz Cizre’den gelen parasız ekmekleri paylaşan Şırnaklılarla konuşurken Belediye Başkanı ANAP’lı Ahmet Hamdi Yıldırım’ı yardımcılarıyla beraber son derece üzgün bir şekilde yürürken görüyoruz. Daha önceki günler basın mesuplarıyla görüşmesi engellenen Yıldırım’a kıyameti soruyoruz. Olay sırasında şehir dışındaymış. Eşi ve çocuklarıyla yaşadığı evi ateş altında kalmış. “Bu olayı devlet güçlerinin yaptığı izlenimini edindim” diyordu, aynen kelimesi kelimesine. Ve ekliyordu: “Bu bir vahşettir. Uğradığımız zararların tazmini için çeşitli taleplerimiz var. Birçok yetkiliye çağrı yaptık, gelip görsünler.”
Şırnak’ta garip bir trafik vardı. Bazı aileler kaçtıkları yerlerden geri dönüyordu, ama şehre dönmek için değildi, kıyametten geriye kalan eşyalarını alıp, şehri tamamen terk etmek için bu. Bunlar nispeten hali vakti yerinde insanlardı ve genellikle Adana ve Mersin’e gidiyorlardı. Cizre ve Silopi şehirlerinde yaşayan ailelerinin yanına sığınanlar henüz dönmüyorlardı. Cizre yakınlarındaki Kumçatı’da çorak arazilerin, kurumuş derelerin ortasına kıl çadırlarını kuran ve geceleri ateş yakmaktan bile korkan yoksul Şırnaklılar ise dönüp dönmemekte kararsızdılar.
Afyon Devlet Su İşleri’nden taşınmaları için gönderilen kamyonlara pek ilgiyle bakmıyorlardı. Kamyonların şoförleri ürkerek çadırlardan başını uzatıyor: “Kamyon geldi, eşyanızı taşırız, Şırnak’a dönmek ister misiniz? ” diyordu ama Şırnaklıların öfke dolu bakışlarını görünce ürküntüsü artıyor, sorusundan hemen vazgeçiyordu.2 Eylül’de Bölge Valisi, Emniyet Müdürü ve bazı askeri yetkililer çadırlarda kalan Şırnaklılara biraz da gözdağı vererek geri dönmelerini istemişlerdi. Bu kıl çadırlarda açlık ve hastalıkla boğuşurken de ölüm tehlikesi vardı anlaşılan. Şırnak’a gidip orada, belki biraz daha korunaklı bir şekilde ölümü beklemek daha mı hayırlıydı! …
“Avustralya’ya Bile Gideriz, Burada Kalmak İstemiyoruz”
Kumçatı’da kalan bazı Şırnaklı gençlerle konuşuyorum. Hemen hepsi ağız birliği etmişcesine “Artık bu ülkede yaşamak istemiyoruz. Bizi hangi ülke isterse oraya gideriz. Avustralya’ya, Amerika’ya gideriz. Hatta Irak’a gitmek isteyenimiz bile var, ama Irak’a bizi bırakmıyorlar. Biz burada ölmüşüz. Yaşamıyoruz” diyorlardı. Kimisinin elinde el radyoları vardı. “Hangi haberi bekliyorsunuz? ” diye sorunca “Bizi isteyecek bir ülke çıktı mı, onun haberini bekliyoruz” diyorlardı. Kulaklar daha çok BBC’nin Türkçe yayınları servisindeydi. Ayrıca kulakları onların deyişiyle “Alman sesi”, “Amerikan sesi”ndeydi aynı zamanda.
Cudi’de Tarih Bıçak Sırtında
Şırnak’ta, Cizre köylerinde, Botan’da, o acılı coğrafyada insanlık bıçak sırtındaydı. Benim için de o an, bu çaresiz, yanıklar içindeki köylü kadının acısını en derinimde hissedebilmek bütün temalardan, sloganlardan, sosyolojik analizlerden, basın demeçlerinden, raporlardan, iddialardan çok daha önemliydi. Çünkü bu acıyı hissedebilmekle başlayacaktı her şey.
Yanlarında ne kadar para olduğunu sordum. Birinin cebinde bin lira, diğerinin 10 bin, bir başkasının da 20 bin lira çıktı. Bu hayattaki son paralarıydı bunlar. Maddi varlıkları işte o kadardı ancak. Bu sorumdan etkilenmiş olacaklar ki başka gençler de yanıma gelip ceplerindeki son birkaç kuruşlarını bana gösterip duruyorlardı. İnsanın içini burkan bir gösteriydi bu. Bu sırada Cudi Dağı’ndaki bazı köylerden acı dumanlar yükseliyordu. Köyler ve bazı gerilla kampları aralıksız bombalanıyordu. Cudi’de tarih bıçak sırtında yaşanıyordu.
PKK’nin Kürt Halkına Yüklediği Sorumluluk
PKK hareketi, içinden çıktığı halka çok ağır bedeller ödetiyor ve sorumluluklar yüklüyordu. Bu ağır bedeli kaldıramayanlar da vardı. Kumçatı’da, çadırların önünde konuştuğum bir genç, adeta öfkeden patlayacak şekilde: “Bir taraftan PKK, bir taraftan devlet, Allah kahretsin, ne yapacağımızı şaşırdık, mahvolduk, yeter artık, ” diyordu. Bu söz üzerine kendi yaşında birkaç genç yanına gelip, “PKK’ye niye sövüyorsun, PKK ne yaptı, bizi bu hale sokan devlet değil miydi” diye onu tersliyordu. Bu çıkıştan mahçup olan çocuk, üzüntüyle çadırların arasında kaybolup gidiyordu. Şırnaklı gençler PKK aleyhine konuşmamaya dikkat ediyorlardı. PKK Şırnak’a girmiş olsa bile onlar PKK prestij kaybetmesin diye söz birliği etmişcesine “şehre PKK girmedi, görmedik onları” diyorlardı. Sadece gençler değildi böyle diyen; her yaştan, her meslekten Şırnaklı böyle konuşuyordu.
“Yakası Kirli Olanlar” Gözaltında
Gözaltındakilere gelince ortada birçok sayı dolaşıyordu. Belediye Başkanı Ahmet Hamdi Yıldırım’a göre bu sayı 80 kişiydi. Konuştuğum bazı kişiler ilk gün “yakası kirli olanların” gözaltına alındığını söylüyorlardı. Yani işçiler, emekçiler. Cizre’den Şırnak’a çalışmaya gelen demirci ustaları, yapı işçileri, ameleler… Cizre’de konuştuğumuz bir Şırnaklı ise gözaltına alınanların önüne korucuların silahları ve mermilerinin konup TV’de öyle gösterildiğini, gözaltından çıkan bir yakınının ise güvenlik güçlerinin kendisine “Evlerinizi PKK’nin yaktığını, yıktığını söyleyeceksiniz” diye baskı yaptıklarını söylüyordu. Bu Şırnaklı genç adam aydın heyetiyle konuşurken son derece tedirgindi. Herkesin yüzüne endişeyle bakıyor, konuşmaktan çekiniyor, adını söylemiyor, “Kimseye güvenemiyorum, adımı vermek istemiyorum, buralarda kanun yok, her şey çok korkunç” derken kendisine daha fazla soru sormamamız için adeta yalvarıyordu. Olaydan sonra Şırnak’tan pijamalarıyla, terlikleriyle bile kaçanlardan bahsediyordu. Yakınlarının, akrabalarının akıbetinin ne olduğunu hâlâ öğrenememişti.
Cizre’de 2 Eylül akşamüstü bombalandıktan sonra yakılan Çağlayan köyünden biri ölmüş, öbürü yaralı iki kadın getiriyorlardı. Cizreli arkadaşlar bizi otelden alıp bu evlere götürüyorlar. Karanlık, korku dolu ve tozlu Cizre sokaklarında önce ölen kadının getirildiği evi arıyoruz. Bir süre sonra tek katlı bir evin balkonunda 15-20 kadının çıplak bir ampulün altında ağlaşıp Kuran okuduklarını görüyoruz. Yanlarına gittiğimizde ölen kadın aralarında solgun bir battaniyeye sarılmış duruyordu. Yanımdaki iki gazeteci arkadaş kadınlardan battaniyeyi açmalarını istedi. Kadınlar hiç çekinmeden battaniyeyi açtılar. Bence Özdemir, ateş alan evinde dumandan boğularak ölmüştü. Yüzü acıyla kasılmıştı. Yaşını tahmin etmek imkânsızdı. Masum bir kız çocuğu ve aynı zamanda acılarla bilgeleşmiş yaşlı bir Kürt aydınıydı. Arkamızda yaslı insanlar bırakıp bu defa yine aynı köyden tutuşan evini söndürmek için çabalarken elleri ve ayakları yanan bir başka kadının yanına gidiyoruz. Salima Özdemir acılar içinde kıvranıyordu. Ayağındaki iltihap olmuş yanıklarına yapraklardan sargı bezi yapmıştı. Yaralarının fotoğraflarının çekilmesi isteniyor, kadıncağız da acılar içinde yaralarının üzerindeki yaprakları kaldırıp gösteriyordu. Şırnak’ta, Cizre köylerinde, yani Botan’da, o acılı coğrafyada insanlık bıçak sırtındaydı. Benim için de o an, bu çaresiz, yanıklar içindeki köylü kadının acısını en derinimde hissedebilmek bütün temalardan, sloganlardan, sosyolojik analizlerden, basın demeçlerinden, raporlardan, iddialardan, çok daha önemliydi. Bu acıyı hissedebilmekle başlayacaktı her şey. Korkunun, çaresizliğin, Cizre’nin, Şırnak’ın karanlık sokaklarında kurşunlanıp ölmenin kendi başına ayrı bir anlamı vardı. Ölenler hangi taraftan olursa olsun aynı meçhul ülkeye gidiyorlar, kurşun bedenimize saplandığında, ellerimiz, ayaklarımız yanınca hangi taraftan olursak olalım benzer acılar, sızılar yaşıyorduk…
“Güneşten Bize Ne? ”
Cizre’de bir bakkala kalem almaya girmiştim. Bu sırada biraz sohbet etmiştik. Bakkala, Cizre’de herkesin evinin önünde, bahçesinde hızla sığınak yaptığını söyledim. Bu konuda kendisinin nasıl davrandığını sordum. “Ben, kurşun girmesin diye, odalarımın penceresini duvarla öreceğim” dedi. Bense bu söz üzerine şaşkın, “Peki, karanlıkta kalmaz mısınız? Güneş girmez eve” deyince, bakkal son derece kırgın ve anlamlı bir şekilde, “Bize ne güneşten” diye yanıtlıyordu beni. Evet, “Bize ne güneşten.”
Güneydoğu’da, o acılı coğrafyada pencereler taşlarla örülürken Türkiye’nin dört bir tarafında her kafadan bir ses çıkıyor. Devlet bir şey söylüyor, basın yalan yanlış haberler yazıyor, köşe yazarları atıp tutuyor, resmi ve özel demeçler birbirini geçersiz kılıyor; kimi yakalım yıkalım, diyor, kimi açıktan toplu katliamlar öneriyor. Aslında bunlara hiç gerek yok. Kendilerini bu konularda yetkili sanan kişilere bir önerim var: Ateş altına gönderdikleri ve her şeye rağmen akıl ve ruh sağlıklarını korumuş olan bazı polis, jandarma, özel tim görevlisi, hatta erlere bu işin nasıl çözümlenebileceğini bir sorsunlar bakalım. Sorsunlar ve insanların kanı üzerinden yapılan planların, hedeflerin ne denli taşınması ağır bir insanlık suçu olduğunu görsünler. Konuştuğum birçok güvenlik görevlisi Kürt meselesinin silahla, zorbalıkla, baskıyla asla çözümlenemeyeceğini Kürt insanını düşündüklerinden, inançlarından vazgeçirmenin asla mümkün olmayacağını söylediler. Üstelik kendileri de tükenmişler, çaresizliğin sınırına gelmişlerdi. Geceleri ölümü düşünmeksizin bir saniyeleri geçmiyordu…