Bir yerde görürsen ki:
Ağır ve edalı akar,
dal dal söğütler öperek
samur üç belik gibi
üç koldan sular;
müjdeler olsun efendim:
Edirne’desin.
Mevsim, fasl-ı bahardır,
gecedir ve mehtap vardır.
Ve sen,
bir kavsi kuzahta yürür gibi
köprülerdesin.
Şataraban makamında bir şarkı dudaklarında,
düşünür çözemezsin:
Bu naz-ı istiğna, bu avaz neden:
neden yarı eğilmiş suya dallar?
Öyle ferman etmiş eden
kimseler bilmez.
‘Gönül bir top ibrişim
sarılsa çözülmez’.
Burda herşey,
bakınır hüsnüne ayran.
Seyreyler cemalini eğilmiş suya
mermer ihtişamında serhad-di vatan.
Aşina bir çehre sezer belki diye
devr-i saltanatından Edirne;
bir deste alev güldür, mahzun;
yar elinden düşürülmüş şimdi suda.
Ve sular;
şimşir kelamı dilinde
destan okur, okur akar.
Ve bihaber, Yıldırım’da bir evcikte
-akan sudan, uçan kuştan-
yeşil dut yaprağında
ak bir ipek böceği, kozasını dokur dokur ölür.
Uyanır veda etmiş gibi uykuya, konuşan bir dil olur
çiler uzakta;
bülbül sesi yağmur gibi
Bülbül Adası’nda.
Kanadı gümüşlü kuşlar geçer
İki aşk bölüp mehtabı;
Kıyık’tan uçurulmuş
salınır bahçeler içre kızlar ki;
nazardan kaçırılmış.
Ağzında kırmızı can eriği,
mehtapla beraber düşmüş gibi arza;
kızlar ki güzel,
dört başı mamur ve murassa.
Sevdaya tutulmak bile mümkün
yeni baştan.
Neden yarı eğilmiş suya dallar?
Öyle ferman etmiş eden.
Söylenek kolay olsa eski türküsünü:
‘Edirne köprüsü taştan
sen çıkardın beni baştan’.
Ayırdın anamdan, hem kardaştan.