Bunları da Okuyun

    Kötü Zamanlar Şiiri – Fikret Demirağ

    29 Aralık 2021

    23 Nisan Şiiri – Vasfi Mahir Kocatürk

    29 Aralık 2021

    Sone 77 Şiiri – William Shakespeare

    29 Aralık 2021

    Koyup Ağyarı Şiiri – Eşrefoğlu Rumi

    29 Aralık 2021

    Âgâz-ı Gazeliyyât 160 Şiiri – Agah

    29 Aralık 2021

    Şimdi Siz, Gerçekten Onu Öldü Mü Sanıyorsunuz? Şiiri – Alper Gencer

    29 Aralık 2021

    Şahdamarımdaki Ses Şiiri – Sadettin Kaplan

    29 Aralık 2021

    Hazır Giyim Şiiri – Behçet Necatigil

    29 Aralık 2021

    Korkarım Şiiri – Aşık Sümmani

    29 Aralık 2021

    Akşam Sofrasında Yedi Kişilik Bir Aile Oyunu Şiiri – Cahit Zarifoğlu

    29 Aralık 2021
    Facebook Twitter Instagram
    Facebook Twitter Instagram
    Şiirhane
    • Anasayfa
    • Dönemler
      • Cumhuriyet Dönemi
      • Yedi Meşaleciler
      • Fecr-i Ati Topluluğu
      • Garipçiler (1. Yeni)
      • Halk Edebiyatı
      • İkinci Yeniciler
      • Milli Edebiyat
      • Öz (Saf) Şiir Dönemi
      • Tanzimat Edebiyatı (1. Dönem)
      • Tanzimat Edebiyatı (2. Dönem)
      • Tekke ve Tasavvuf Edebiyatı
      • Toplumcu Gerçekçi Şiir Dönemi
      • Servet-i Fünun Edebiyatı
    • Yabancı Şairler
    • Rastgele Şiir
    • İletişim
    Şiirhane
    Anasayfa»Sabahattin Ali»Ayran Şiiri – Sabahattin Ali

    Ayran Şiiri – Sabahattin Ali

    Sabahattin Ali- Sabahattin Ali
    Telegram VKontakte Facebook Twitter Pinterest LinkedIn Tumblr Email WhatsApp
    Paylaşın
    Facebook Twitter LinkedIn Pinterest Email

    Köyden istasyona giden yol, eriyen karlarla diz boyu çamurdu.
    İki mızrak boyu yükselen güneş, tarlaları hala örten
    karların üzerinde pırıltılarla ve göz kamaştırarak yanıyor, fakat
    yoldaki pis su birikintilerine vurunca donuk sarı bir renk alıp
    boğuluyordu.

    Kocaman ve altı çivili kunduralarını çıplak ayaklarına geçirmiş
    olan küçük Hasan, sağ koluna aldığı güğümü, ara sıra
    dinlenerek sürüklemeye çalışmaktaydı. Bazan sol elindeki çinko
    maşrapayı yere bırakarak ağır yükünü vücuduna daha az
    ağrı verecek bir şekilde kavramak istiyordu. Ağzına kadar ayranla
    dolu olan güğümün alt kenarı her adım atışında dizlerine
    vurmakta ve dirseğine kadar geçirdiği sapı, kolundan kurtulup
    önüne yuvarlanmak ister gibi, ileri hamleler yapmakta idi.
    Kunduralarının arka tarafı o kadar dışarı doğru eğilmişti ki, çocuğun
    topukları ayakkabının ökçesine değil, doğrudan doğruya
    çamura basıyordu.

    Yaz kış, her gün gitmeye mecbur olduğu bu iki saatlik yol
    bu sefer daha uzamış gibiydi. Tam yarı yolda bulunan küçük
    ve kuru söğüt ağacı henüz ufukta ve sisler içindeydi.

    Küçük Hasan senelerden beri gördüğü şeylere alakasız
    gözlerle bakıyordu. Kuru sazların arasında çorak ovayı oyarak
    geçen ve ta yanına gelmeden farkına varılmayan dört adım genişliğindeki
    küçük derenin, yan yana uzatılmış üç kalastan ibaret
    köprüsü artık çökecek kadar sallanmaya başlamıştı.

    Biraz daha yukarda, küçük bir sırta dayanarak ovaya bakan
    değirmenin uğultusu duyulmuyordu. Bu kış günlerinde üç
    gün işlerse beş gün işlemiyor, kapısının önündeki, yaprakları
    dökülmüş, üç söğütle tamamen terk edilmiş bir viraneyi andırıyordu.

    Küçük Hasan hiçbir şey düşünmeden ilerliyordu. Ne evde
    kendisinin dönmesini bekleyen iki küçük kardeşi, ne de dört
    saat uzaktaki nahiye merkezinde hizmetçilik yapan anası bu
    anda aklında değildi. Ayranını satıp satamayacağını da düşünmüyordu.
    Kafasında yalnız bir şey vardı: Bu yolu tekrar yürümek,
    geri dönmek mecburiyeti…

    Uzun bir ağlamanın sonundaymış gibi içini çekti. Maşrapayı
    tuttuğu sol elinin çatlaklarla örtülü üst tarafı ile burnunu sildi.
    Gözlerini ileri çevirince istasyona yaklaştığıni gördü.

    İki tarafı çıplak dağlarla çevrilen bu upuzun ovanın tam
    orta yerinde yapayalnız duran ve etrafındaki yapraksız akasyalarla
    daha zavallı görünen bu soğuk bina, oraya rastgele atılmış
    bir taş parçasını andırıyordu. Günde iki defa geçen posta treni
    bile, ne diye bu manasız yerde duruyorum diye hayret eder gibiydi
    ve birkaç dakika durduktan sonra kalkarken, çaldığı düdükte
    keyifli bir ıslık edası vardı.

    Küçük Hasan, istasyonun tahta parmaklıkla ayrılan hududuna
    gelince biraz dinlendi, sonra yine tahta parmaklıklı kapıyı
    aralayarak içeri süzüldü.

    İstasyon binasıyla raylar arasında kalan dört beş adım genişliğindeki
    yerde, heybelerinin üstünde oturan iki köylü ile,
    kaputunun içinde büzülmüş gibi duvara dayanan bir jandarmadan
    başka kimse yoktu. Burası öyle tren zamanı çeşit çeşit
    kebapçılar, gazozcular, yemişçilerle dolan büyük istasyonlardan
    değildi. Ancak yazın civar köylerden kara üzüm, kavun,
    karpuz getiren beş on köylü burasını canlandırırdı. Kışın ise
    küçük Hasan’la üç dört günde bir küçük bir küfe kış armudu
    getiren topal ve ihtiyar bir köylüden başka kimse ortalıkta görünmezdi.
    Tren geldikçe rahatsız edilmiş bir suratla ortaya çıkan
    istasyon memuru, işi biter bitmez derhal odasına çekilir,
    bütün gününü, on senelik akümülatörlü radyosundan bir ses
    çıkarabilmek için asla yeis getirmeden uğraşmakla geçirirdi.

    Bugün, kış armudunu satan köylü de ortada yoktu. Küçük
    Hasan güğümü yerin ıslak kumları üzerine bırakarak rayları
    seyre daldı. Her gün yüzlerce adamı bilmediği bir yerden alıp
    bilmediği bir yere götüren bu upuzun ve sonu olmayan demirlerin
    arasında, gelip geçen lokomotiflerin bıraktığı siyah yağ lekeleri
    görülüyordu.

    Keskin bir düdük sesi ile irkildi. İstasyona gelen tren, kendini
    haber veriyordu. Lokomotif tam yağ lekelerinin üstüne
    geldi ve durdu.

    Küçük Hasan, kurulu bir makine gibi, güğümü ve maşrapayı
    yakalayarak trenin boyunca koşmaya ve başını pencerelere
    kaldırarak:

    -Ayran, ayran, temiz ayran! – diye bağırmaya başladı.

    Yazın -buz gibi! – diye bağırırdı; şimdi, bu soğuk havada,
    sanki her ayran kelimesinin başında hala o -buz gibi- sıfatı
    vardı. Kimse başını çevirip bakmıyordu bile. Trenin hemen hemen
    bütün camları kapalıydı, açık olan bir iki tanesinde de boyalı
    saçlı, yün bluzlu kadınlar duruyordu.

    Küçük Hasan’ın gözleri, delecekmiş gibi, kapalı camlara
    dikiliyor ve bunların arkasında teneke maşrapadan ayran içebilecek
    insanlar; hali vakti yerinde köylüler, boyunbağsız esnaflar,
    izinli giden askerler, hasılı susamış kimseler arıyordu.

    Bir baştan bir başa üç kere koştu. Güğümün keskin kenarlı
    dibi ince bacaklarına çarpıp acıtıyor, fakat o, azıcık yüzünü
    buruşturarak:

    -Ayran, temiz ayran! ..- demeye devam ediyordu.

    Dört bardak, hiç olmazsa dört bardak satabilseydi. Buna
    mukabil alacağı on kuruşla eve bir kara ekmek götürebilirdi.
    Onun gelmesini, aç bir uyuşukluk içinde dört gözle bekleyen
    iki küçük kardeşinin hayali gözünden şimşek gibi gelip geçiyor
    ve o hep bağırıyordu:

    -Temiz ayran… Temiz…-

    Annesi hizmetçi bulunduğu yerden haftada bir kere, birkaç
    saat için geliyor, yanında biraz yufka, birkaç soğan, bazan da
    yarım desti pekmez getiriyordu. Fakat bunlar, üç tane aç mideye
    iki gün bile yetmiyordu… Ondan sonra iki kardeşi beslemek
    vazifesi küçük Hasan’a düşüyordu. Biri iki, öteki beş yaşında
    olan bu sıska çocukların bütün işleri, basık tavanlı bir damdan
    ibaret olan evde ellerine ne geçerse yemekten ibaret gibiydi.
    Küçük Hasan hergün yoğurt çalmak için kendisine lazım olan
    mayayı onların yetişemeyeceği ve bulamayacağı bir yere -tavan
    direklerinin duvarla birleştiği köşeye- saklamaya mecbur
    oluyor ve her gün, istasyonda bulunduğu sırada, bu iki aç midenin,
    kendileriyle aynı çatı altında aynı açlığı çeken ihtiyar keçiyi
    bile yiyeceklerinden korkuyordu.

    Çok akşamlar, koltuğunun altında getirdiği ekmeği ortaya
    koyarak ayran boşaltmak için bir toprak çanak getirmek üzere
    ocağın yanındaki köşeye gider, sofra başına döndüğü zaman o
    balçık gibi ekmekten ortada bir şey kalmadığını dehşetle görürdü.
    O zaman kendisi bir çanak ayran içer, açlığa alışmış olan
    midesinin hafif ezilmelerine kulak asmadan, eski bir pösteki
    üzerinde yatan kardeşlerinin yanına, delik deşik ve yağlı bir
    yorganın altına sokulurdu.

    Onu asıl dehşete düşüren, kardeşlerinin bu kuyu gibi daima
    yutan ve hiç doymayan mideleri değildi; eli boş olarak eve
    döndüğü zaman, bu iki sıska mahlukun kendisine nasıl parlak
    ve büyümüş gözlerle ve nasıl sonsuz bir kinle baktığını hatırlayınca
    tüyleri ürperiyordu. Şimdi de bu korkuyla avazı çıktığı
    kadar bağırdı:

    -Ayran… Ayran! ..-

    Trenin üçüncü mevki vagonlarından birinin penceresi indirildi.
    Uzun boyunlu, kasketli, kır bıyıklı bir baş uzanarak:

    -Ver bakalım bir tane! – diye seslendi.

    Küçük Hasan maşrapayı titreyerek uzattı. Adam minimini
    gözlerini maşrapanın içine dikerek sindire sindire içiyor ve sulu
    ayranı bıyıklarının ucundan yakalıksız gömleğine damlatıyordu.
    Maşrapayı uzatarak:

    -Doldur bir daha! ..- dedi.

    Onu da içtikten sonra yeleğinin cebinden bir onluk alıp
    aşağı attı:

    -Ver beş kuruş! ..-

    Küçük Hasan:

    -Yok ki! – dedi ve etrafına bakındı. Ortalıkta istasyon memurundan
    başka kimse kalmamıştı. O da, hafiften kar çiselemeye
    başladığı için, boynunu içeri çekmiş, trenin kalkmasını
    bekliyordu. Çocuk güğümünü olduğu yerde bırakarak ona koştu,
    parayı uzattı:

    -Şunu iki çeyrek yapsana! ..- dedi.

    Memur cevap vermeden arkasını döndü ve hareket kampanasını çaldı.

    Trenin penceresindeki uzun boyunlu adam eliyle işaret ediyor:

    -Gelsene ulan! – diye bağırıyordu. Küçük Hasan o tarafa
    koştu. Penceredeki:

    -Ver on kuruşu! ..- dedi.

    Çocuk derhal parayı uzattı. Tren yavaşça harekete geçmişti.
    Adam parayı yine yeleğinin cebine koyduktan sonra, çaresiz
    bir eda ile:

    -Yok çeyreğim, ne yapalım! – dedi.

    Vagon küçük Hasan’dan beş altı adım uzaklaşmıştı. Uzun
    boyunlu adam, pencereden sarkarak:

    -Hey, çocuk, hakkını helal et! – diye bağırdı. Küçük Hasan
    hiçbir şey anlamıyormuş gibi bakakalmıştı. Tren hızlanıp uzaklaşıyordu.
    Tekerleklerin gürültüsü arasında adamın sesi tekrar duyuldu:

    -Helal et bakayım, helal et! .. Hadi! –

    Küçük Hasan bir şeyler mırıldandı. Sonra güğümünü alarak
    istasyon duvarının kar tutmayan bir kenarına çömeldi.

    Kar adamakıllı serpiştirmeye başlamıştı. Küçük Hasan eve
    eli boş dönmektense akşam trenine kadar beklemeye karar verdi.

    Soğuktan donan ellerini ovuşturuyor ve annesinin keçi
    kırptıkları makasla kestiği kertikli saçlarını kaşıyordu. Rüzgardan
    gözleri yaşarıyor ve mavi gözlerini saran kirpikleri çapaklanıyordu.

    Akşama kadar bu köşede bekledi. Ara sıra ayağa kalkıp
    dizlerini ovuşturuyor, sonra tekrar çömelerek kafasının içindeki
    sisli boşluğa gözlerini çeviriyordu. Düşünmesi ve tahayyül
    etmesi kendisine hoş gelecek hiçbir şey mevcut olmadığı için,
    bu boşluk ona bir dinlenme gibi geliyordu. Birkaç kere anası
    aklına geldi. Onun ağlamaklı yüzünü görür gibi oldu. Üç küçük
    çocuğunu toprak bir damda bırakarak başka köylerde ve el
    yanında birkaç lokma için didinen bu kadına karşı garip bir
    merhamet duyuyordu. Bunda, biraz da, kardeşlerine karşı anasıyla
    aynı vaziyette bulunmasının tesiri vardı. Evdeki iki aç
    mahluk haftada bir gelen zavallı kadını da hep o kin dolu bakışlarla
    karşılarlardı. Kadıncağız, getirdiği bulgurdan yağsız
    bir çorba yaparken, kuru kuru hıçkırıklarla iktifa eder, (yetinir) evi
    bir parça düzeltmeye çalışır, akşama kadar kaldıktan sonra, bazen
    bir kelime bile konuşmadan çıkar giderdi. Küçük Hasan onun
    ağzından babasına veya herhangi bir akrabaya dair bir kelime
    bile duymamıştı. Zaten kendini bildiğinden beri bir an bile
    bunları merak etmiş değildi. Hayatı istasyonda ayran satmaktan
    ve küçük kardeşlerini beslemekten ibaret sanıyordu. Bunun
    için de bir tek korkusu vardı: Ya anam yine günün birinde eve
    gelip birkaç gün yatar, iniltiler içinde ve kendi kendine bir çocuk
    daha doğurur, beş on gün sonra onu da başıma bırakarak
    giderse, diyordu… Bu yeni misafiri de doyurmak kendisine
    düşecekti. Köylü de onların evinden nedense uzak kalmayı tercih
    ediyordu. Kapılarını bir gün bir insanın açtığı görülmemişti.
    Hayat eskisinden daha feci olarak devam edecek ve Hasan,
    günden güne sütü azalan ihtiyar keçinin yardımıyla bu müthiş
    mücadeleyi başarmaya çalışacaktı. Gününün boş zamanlarını
    keçiyi otlatmak, karlı havalarda ise dere boyunda, bir karıştan
    kısa, kuru otlar bulup hayvana getirmekle geçirecekti.

    Yazın işleri o kadar fena değildi. Sabahleyin serinde yola
    çıkarsa istasyona yorulmadan varıyor, hemen hemen bütün güğümü
    satıyordu. Cebine doldurduğu ufak paralar kadar, belki
    de daha fazla onu sevindiren bir şey de, köye dönerken yükünün
    hafif olacağı düşüncesiydi.

    Sabah treninde bütün ayranı satamasa bile, akşam trenine
    kalıyor, fakat istasyona ekin getiren köylüler öğleyin ekmek
    yerken çok kere bütün güğümü haklıyordu.

    Akşam treni saat dört buçukta geldiği için yazın ortalık kararmadan
    köye dönebiliyordu. Fakat bugün daha trene yarım
    saat kala istasyon korkutucu bir alacakanlığa gömülmüştü.

    Ayazda ve karanlıkta kalkıp geri döneceğini düşünerek titredi
    ve hemen gitmek istedi. Fakat bu sırada odasından dışarı çıkan
    istasyon memuru trenin yakın olduğunu anlattı.

    Trenin istasyonda durmasıyla kalkması bir oldu. Küçük
    Hasan kapalı ve puslu pencerelerin arkasında hayal meyal belli
    olan insan şekillerine bakarak trenin bir başından öbür başına
    koştu ve -Ayran, temiz ayran! – diye bağırdı, kocaman kunduraları
    ıslak kumlarda gıcırtılar yapıyor, karlar bağırmak için açtığı
    ağzına doluyordu.

    Vagonların pencerelerinden dökülüp yerdeki su birikintilerine
    yayılan soluk muştatil (dikdörtgen biçimindeki) ışıklar sıçraya sıçraya
    uzaklaşırken küçük Hasan güğümünü kavradı ve tahta parmaklıklı kapıyı
    iterek köyün yolunu tuttu.

    Henüz karanlığa alışmayan gözlerine kar parçaları vuruyordu.
    Güğümün içindeki ayran her adımda çalkalanıyor ve
    garip sesler çıkarıyordu. Yavaş yavaş sırtından içeri işleyen rutubet
    onu titretmeye başlamıştı.

    Hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şey hissetmeden ve bir hayvan
    gibi yolunu alışkanlıkla bularak yürüyordu. Ovanın içerisine
    doğru daldıkça pabuçlarının ve güğümdeki ayranın sesine
    başka sesler de karıştı. Uzaklarda birtakım hayvanlar bağrışıyordu.
    Müthiş bir korku ile zangır zangır titremeye başladı. Adımlarını
    daha hızlı atmaya çalışıyor, fakat ayakları birbirine dolaşıyordu.
    Soğuktan uyuşan bacaklarında, güğümün her çarptığı
    yer dakikalarca sızlıyordu.

    Karanlıktan, yüzünü kamçılayan kar ve rüzgardan, dizlerine
    sıçrayan çamurdan ve duyduğu seslerden korkuyordu. Açlığı,
    sıska kardeşlerinin korkunç gözlerini, yorgunluğunu unutmuştu.
    Bir an evvel köye varmak, ocakta küllenen bir odun
    parçasıyla aydınlanan toprak dama girmek ve bir köşede saklanmak
    istiyordu. Ne yatmak, ne dinlenmek, sadece bir dört
    duvar arasında bulunmak… Bu geniş karanlıktan, bu seslerden
    kaçmak…

    Ayakkabıları çamurda saplanıp kalmıştı. Yalınayak koşuyordu.
    Savrulan güğümden üstüne başına ve yerlere ayranlar
    saçılıyordu. Birbirine vuran dişlerinin arasından manasız korku
    sesleri fırlıyordu.

    Uzaklardaki hayvan sesleri gitgide yaklaşıyor gibiydi. Halbuki
    yarı yoldaki kuru söğüt ağacını daha yeni geçmişti. Çapaklı
    gözlerini karanlığı delmek ister gibi açarak ilerilere baktı.
    Hiçbir şeyler göremedi. Havanın güzel olduğu gecelerde bile
    ışıkları ta kenarına gelmedikçe görünmeyen köy ona, varılması
    imkanı olmayan bir yer gibi geldi. Bir yere sıkıştırıldığını ve kaçacak
    yer olmadığını anlayan bir hayvan gibi vahşi ve nihayetsiz
    bir korku duydu. Elinden ayran güğümünü ve maşrapayı
    fırlatarak koşmaya ve gırtlağından anlaşılmaz sesler fırlatmaya
    başladı. Bunlar bazan -Ana… Ana! – der gibi oluyor, bazan da
    -A…A…Aaah- -A…A…Aaah- halinde karanlığa yayılıyordu.

    Hayvan sesleri daha yakınlaşmış, yolun ilerisinde, karların
    arasında, birtakım karaltılar belirip tekrar kaybolmaya başlamıştı.
    Küçük Hasan dizlerinin artık kendisini taşıyamayacağını
    hissetti. Korku her tarafını bağlamıştı. Çıplak ayaklarının cıvık
    çamura her basışında çıkardığı ezik ses, sırtına bir kamçı gibi
    iniyor ve korkusunu birkaç misli artırıyordu. Boğazına bir şeyler
    tıkanmıştı. Çatlak elleriyle gözlerini silerek ileri bakmak isterken
    dizlerinin üstüne yuvarlandı. Kalktı, fakat beş altı adım
    sonra tekrar düştü. Boğazından fırlayan sesler daha vahşi bir
    şekil almıştı.

    -Ana…Ana! – derken sesi, gitgide yaklaşan ve kar üzerinde
    kayıyormuş gibi süratli adımlarla etrafında daireler çizen hayvanların
    bağırışından farksız oluyordu.

    Büzülmüş bir halde yolun çamurları üzerine uzanan vücudunu
    kar örtmeye çalışırken o hala birbirine vuran dişlerinin
    arasından:

    -Ana… Anacığım… Ana! – diye mırıldanmaya çalışıyordu.
    Bu sırada, birkaç yüz metre ötede, evlerinin tahta kapısı arkasında
    rüzgarın sesini dinleyerek küçük Hasan’ı bekleyen iki
    kardeş, onunkine pek benzeyen bir korku ile titriyorlar ve köyün
    etrafında dolaşan kurtların sesini duydukça, birbirlerine
    sokularak ağlaşıyorlardı.

    Ayran Şiiri - Sabahattin Ali Ayran Şiiri - Sabahattin Ali şiiri Sabahattin Ali şiirleri
    Paylaşın Telegram VKontakte Facebook Twitter Tumblr WhatsApp

    Yazarın Diğer Şiirleri

    Üzüntülüydüm Şiiri – Sabahattin Ali

    Kurbağanın Seranadı Şiiri – Sabahattin Ali

    Tasavvur Şiiri – Sabahattin Ali

    Kırlangıçlar Şiiri – Sabahattin Ali

    Kürk Mantolu Madonna Şiiri – Sabahattin Ali

    Köprünün Geceleri Şiiri – Sabahattin Ali

    Bunları da Okuyun

    Aşk Şiiri – Özdemir Asaf

    29 Aralık 2021

    Peyzaj Şiiri – Özdemir Asaf

    29 Aralık 2021

    İnsan Bir Yerde Kendini Bırakmalı Şiiri – Ümit Yaşar Oğuzcan

    28 Aralık 2021

    Kadınlar Çıkmazı Şiiri – Ahmet Oktay

    29 Aralık 2021
    Bizi Takip Edin
    • Facebook
    • Twitter
    • Instagram
    Çok Okunanlar
    Hasan Hüseyin Korkmazgil

    Güç Olan Şiiri – Hasan Hüseyin Korkmazgil

    Hasan Hüseyin Korkmazgil

    Himalayaların tepesine tırmanmak güç ama mümkün Okyanusu asmak da güç ama mümkün Ay’a ulaşmak da…

    Doğduğum Köy Şiiri – Abdullah Tukay

    29 Aralık 2021

    Öperek Uyandırdım Bu Sabah Ayrılığı Şiiri – Cemal Süreya

    29 Aralık 2021

    Onursuzunum Şiiri – Cemal Süreya

    29 Aralık 2021
    Hakkımızda
    Hakkımızda

    Şiirsiz kalmayın!

    İletişim: [email protected]

    Şiirler

    Gam Bahrinden Doldurmuşum Eleğim Şiiri – Seyrani

    29 Aralık 2021

    Kahpe Zaman (Çevirdi Beni) Şiiri – Aşık Reyhani

    29 Aralık 2021

    Akşamlar Hey Akşamlar Şiiri – Cahit Külebi

    29 Aralık 2021
    Etiketler
    Ahmet Selçuk İlkan şiirleri Necip Fazıl Kısakürek şiirleri Karacaoğlan şiirleri Abdurrahim Karakoç şiirleri Aziz Mahmud Hüdayi şiirleri Agah şiirleri Pir Sultan Abdal şiirleri Ruhsati şiirleri
    Facebook Twitter Instagram
    • Anasayfa
    • İletişim
    © 2025 Şiirhane.
    Tüm hakları edebiyatın birbirinden kıymetli şairlerine aittir.

    Aradığınız şair veya şiirden birkaç kelime yazın.