Son birkaç haftayı, Suriye’de yaşanan katliamları seyrederek geçirdim. En ağırı bu olsa gerek; bir katliamı elin kolun bağlı bir şekilde seyrediyor olmak. Ömrümde görmediğim vahşilikte savaş aletleri, yarılan kafatasları ve onların içinden dışarı çıkan beyinler, kopan ve dağılan uzuvlar, öldükten sonra bile işkencesi sona ermeyen, tekmelenen, kesilen cesetler, bütün sokakları boyayan kan, üst üste yığılan, istif edilen insan ölüleri… Kanımızı bir çırpıda donduracak ne varsa, şu an Suriye’de! Kalbimizi paramparça edecek ne varsa, aklımızı kaçırtacak, öfkemizi bir cinnete döndürecek ne varsa, hani ne kadar zalim ve ne kadar mazlum varsa, sanki şu an Suriye’de!
Niye mi? Bu sorunun izaha gelir bir yanı yok! Dünyanın en doğru yahut en yanlış fikri/inancı bile izlediklerimi gerektirecek bir karşılık bulamıyor bende. Düpedüz insanlıktan çıkan, yani şerefini ve itibarını kaybetmiş bir grubun, ruhunu şeytana satmasıdır bu!
Rejim, ne berbat bir kelime! Kendini yek doğru ilan eden ve herkesin de kendi gibi düşünmesini ve inanmasını isteyenleri ömrümce anlamadım. Ki Allah, elçilerine bile inandırma yetkisini vermemişken, hakikat sahibinin görevi apaçık tebliğden ibaretken; bu yaşanan zulmü, herhangi bir ülkünün yahut inancın bir parçası sayabilir miyiz, Allah aşkına! ?
Olsa olsa bir erk istenci, bir iktidar bağımlılığı, bir sermaye bezirgânlığı, yahut en acıklısından yezidlik olabilir bu!
Kısaca –ki uzatmaya pek de lüzum yok! – her zamanki gibi bir toplum, ve kendini toplumun sahibi bellemiş bir elit grup, ve onun karşısında ezilen bir halk, ve onun içinde çoğalan yoksulluk ve isyan, ve onun karşısında artan şiddet, ve onun karşısında güçlenen devrim bilinci, ve onun karşısında fışkıran zulüm, ve onun karşısında yılmayan, pes etmeyen, geri dönüşü olmayan bir devrim yolculuğu, yaşanan tüm bu rezil/pespaye duruma rağmen korkmayan, başındakini devirmeye ant içmiş, can koymuş bir güzel cüret, oluk oluk akan kan, göz yaşları, çığlıklar, vesaire, vesaire…
Katledilenlerin hepsi, hakikat için savaşan devrim muhafızlarıdırlar! Karşı geldikleri vesayet rejimi, militarist ve kendi dinamiklerini putlaştıran bir zihniyetin ürünüdür. Öyle ki bu zalim rejim, Esad’ın ağzından iyi niyetle çıkan “reform” vaadine bir tepki olarak doğup büyüyen, dayatma ve zorbalıkla bütün pürüzleri giderebileceğini zanneden bir zavallılıktadır. Oysa ne Suriye’de, ne bizim ülkemizde, ne de dünyanın başka bir ülkesinde artık reddedilemeyecek bir gerçeklik varsa o da şudur; dayatmacılık ve zorbalık, uzun vadede kendi sonunu hazırlayan bir yönetim biçimidir.
Suriye’de yaşanan vahşetin, kendini bu denli zifiri bir hale sokmasının temel sebebi, işlerin artık geri dönüşsüz bir noktaya gelmiş olmasıdır. Her iki taraf da, pes edecek olursa, kazanmak yahut kaybetmemek için uğraştığı “gücü”, tekrar elde edemeyeceğini düşünüyor. Halk, onca yıldırma harekâtına rağmen, her geçen gün daha büyük kalabalıklarla çıkıyor sokaklara. Rejim, onca katliama rağmen, daha büyük katliamlar yapmaya devam ediyor.
Bu vahşi katliamların kaçınılmaz bir neticesi olarak, Suriye’den ülkemize sığınan mültecilerin sayısı gün be gün artıyor. Türkiye’yi bir kardeş, bir kurtarıcı olarak belliyorlar. Aynı toprağın insanı olduğumuz gerçeği, tarihin ve geleneğin dip derinlerinden su yüzüne çıkmaya başlıyor. Elbette, sığınanı Müslüman bir insiyakla emanetimiz olarak bağrımıza basmamız boynumuzun borcu, ki öyle yapıyoruz!
Ama dahası da olmalı! Hemen yanı başımızda cereyan eden bu katliamın seyircisi olmak, Kerbela şahidi olmak gibi bir duygu! Bu duygudan bir an evvel kurtulmalıyız. Yani seyredip kederlenmekten öteye geçmeli, gerekirse bir gemi de Suriye’ye kaldırmalıyız! Şimdiden, Suriye sınırına giderek, mülteci kardeşlerimize destek veren gruplar mevcut. Bu gruplar daha da çoğalmalı! Suriye’deki devrimcilere ve bütün dünyaya, onların yanında olduğumuzu göstermemiz lazım! Mazlumun yanında durmak, zalime Hakkı göstermemiz lazım! Hatta bana kalırsa, aramızdaki şu sınırı kaldırıp atmamız lazım!
Devrim, ne güzel bir kelime!
Dünyaya Yeni Söz Gazetesi, 19.06.2011