Madem şu çiğdemin bir fikri; şu serçenin özel eşyası; şu taşın yarına kalma kaygısı yok, bunların hiçbiri bende de olmasın… Diye çok düşündüm.
Hatta kendimce birtakım kararlar bile aldım.
Ama olmuyor. Bir yandan yazdıklarım vasıtasıyla fikir beyan ediyor, bir yandan olmadık şeylerin koleksiyonunu yapıyor, bir yandan da yarına daha fazla kalabilmek için tüm gücümle şiire abanıyorum.
Özlediğim veya heves ettiğim dünya ile içinde bulunduğum dünya arasında, kabul etmek gerekir ki, dünya kadar fark var.
Doğrudur, bir otun bile iddiası vardır. Fakat bunu asla dile getirmez.
Doğrudur, havaya attığımız taş bile tekrara düşmez. Bir kar tanesi bile kendini tekrar etmez.
Ama biz ederiz.
Çocukluğumun sokağında, küçükler suyun, yetişkinler ekmeğin, büyükler de ölümün sözünden hiç çıkmazdı.
Bir de ‘ciddiyet’in sözü tutulurdu.
Çocukluğumun sokağında, insan olmanın ilk şartı, temiz olmaktı. Temiz olmayan, bozuk demekti. Evi dağıtıp kirlettiğimiz vakit, annemiz, “evi bozmayın” diye seslenirdi. Kirletmeyin değil, bozmayın…
O zamanlar, dünya hatır üzerine kuruluydu. Sadece annemizin ve babamızın değil; ağaçların, çiçeklerin, kuşların, suların da üzerimizde hatırı vardı. Ve bu hatır, her daim gözetilirdi.
Yine, başkalarına haksızlık yapılarak hak aranmazdı.
İnsanımız akli dengesini, ülkemiz ise adli dengesini henüz kaybetmemişti.
Devlet, “Lütfen kasaya doğru ilerleyiniz” demezdi.
Sonra devir değişti. Çok hızlı değişti hem de…
“Para benim için ikinci planda” diyenler gitti, yerine hesap makinesine benzeyen insanlar geldi.
İnci Enginün Hanım, “Nakit paranın önem kazanması, emek ve gayreti yenmiştir” diye yazmıştı. Yenilen sadece bunlar değildi tabii.
Kaç zamandır, “Ölümün hiç dostu yok, benim niye olsun” diye düşünüyorum. Daha doğrusu, düşünmeden edemiyorum.
Modern zamanlar, uzakları yakın kıldı.
Buna karşılık, en yakınımızdaki şeylerin uzağına düştük.
Sadece şu veya bu gıdanın değil, artık insan ilişkilerinin bile raf ömrü oldu. Her insanın son kullanma tarihi var. Çünkü insanlara insan olarak değil de, imkân olarak bakılıyor.
Şurada veya burada, bir avuç insan olarak, siyah beyaz bir gazete sayfasında yayınlanmış kırmızı güller gibiyiz.
Kırmızı olmasına kırmızıyız. Veya pembe. Fakat gazeteyi eline alıp bakanlar, haklı olarak, bunu görmüyor, bilmiyor.
Bir anlamda, herkesin rengi kendine gibi bir durum ortaya çıkıyor.
Bundan dolayı olsa gerek, yazdıklarımız bir yere değmiyor, bir şeyi harekete geçirmiyor. Maalesef bu böyle…
Müzikte, “susma durağı” diye bir şey var.
Oraya gitmeye ne dersiniz?