Bir saat, ta uzaklarda ikiyi çaldı…
Şehir artık kâbuslu bir uykuya daldı…
Sarınarak ben de eski bir pardesüye,
Sağa, sola yıkılarak indim köprüye…
Ne dizimde kuvvet, ne cepimde para…
Bilmiyorum niçin geldim buralara!
Hava berbat… Deniz ulur, gökyüzü ulur
Bu soğukta iliğime işledi yağmur…
Bakmayarak fırtınanın boğuk sesine
Çöküverdim köprünün bir kanepesine…
Deniz bazan susup bazan homurdanıyor;
Üsküdar’da birkaç ışık sönüp yanıyor:
Eşelenen kıvılcımlı bir mangal gibi…
Gece sarmış etrafı bir siyah şal gibi…
Kırbacını dalgaların vurup sırtına;
Onları da kudurtuyor şimdi fırtına…
İşte böyle yerler, gökler saçarken ölüm,
Ben buraya nasıl geldim, onu düşündüm:
Bir bardayım, eğlencesi, zevki yerinde;
Bütün gözler sahnedeki Rus dilberinde…
Büküldükçe ihtirasla onun kolları,
Sarhoşların alkışları sarsıyor barı…
Cüzdanlardan birer birer çıkıp liralar,
Kafaları dumanlıyor buzlu biralar.
Ellerinde çalgıları, perişan, harap,
Deli gibi çırpınıyor bir sürü Arap.
Hummalı bir hararetle başladıkça dans,
Kuduruyor vücutları saran ihtiras…
Bu coşkunluk azalıyor geçen vakitle;
Dağılıyor sonra yavaş yavaş bu kitle,
Sallanarak fırlıyorum ben de dışarı.
Vücudumu kavrıyor bir kış rüzgarı…
Veriyorum saçlarımı vahşi boraya,
Düşüyorum bir serseri gibi buraya.
Ufuklarda pembe pembe belirdi şafak…
Ah yarabbi! .. Biraz sonra sabah olacak…
Ben halbuki dün geceden beri uykusuz,
Büzülüyor üşüyorum, her tarafım buz…
Hiçbir şeyi kavramıyor dimağım,
Pek bitkinim, bilmiyorum ne yapacağım…
Ah… Gittikçe çoğalıyor kafamdaki sis
Bir köşede uyusaydım görmeden polis…